'Gerçekten, geleceğin sosyalist toplumuna ilişkin olarak kurucu düşünürlerin yazdıkları, kendilerinden sonraki kuşakların bekleyebileceklerinden daha az olmuştur.'

Hayal ile gerçek

Ara sıra yapıyorum. Zorlayan yazılar oluyor, demek daha doğru. soL yazarlarının bıraktıkları yerden alıp sürdürmeye ya da yazarın kendisinin değinip geçtiği yerden esinlenip başka yönlere çekmeye zorlayan yazılardan söz ediyorum. Tetikleyici diyorum ben bu türe. Çok şükür mü demeli, bunların eksikliği duyulmuyor açıkçası. Belki de ben tetiklenmeye hazır bekliyorum. Olabilir.

Erhan Nalçacı birkaç haftadır böyle yazılar yazdı. Geleceğin dünyasını irdelemeye, bir bakıma hayal etmeye çalışan yazılarının sonuncusunu, geçen hafta, şöyle bitirmişti:

“Sermaye sınıfının açmazlarını, muhtemel hatalarını dikkatlice izleyelim, ama sosyalizmi hayal etmekten, yaratacağı farkı ve olanakları tartışmaktan geri durmayalım.”

Bence de çok gereklidir. Gerçi hiç yazılıp çizilmemiş değildir. Ama sosyalizmin kurucu düşünürlerinden başlayarak çok önemli çözümlemeler yapılmakla, ışık tutucu öngörülerde bulunulmakla birlikte, bütün bunların çok zengin bir yazın içinde az ya da küçük bir yer tuttuğu söylenebilir. Burada, keşke daha geniş olsaydı dediğim bu yerin sınırlılığına ilişkin birkaç neden üzerinde durmak, bugün böyle bir ihtiyacın neden daha büyük olmakla birlikte karşılanmasının daha kolay göründüğüne değinmek niyetindeyim. Bir de, en sonda, Erhan’ın yukarıya aldığım cümlesindeki “hayal etmek” sözünün canlandırdığı, kendi kişisel tarihimdeki hüzünlü bir anıyı kısaca yazacağım.

Gerçekten, geleceğin sosyalist toplumuna ilişkin olarak kurucu düşünürlerin yazdıkları, kendilerinden sonraki kuşakların bekleyebileceklerinden daha az olmuştur. Onların da bütün üstün niteliklerine karşın, birçok kişisel ve toplumsal engelle boğuşarak olağanüstü mücadeleler içinde yaşamış olmaları kuşkusuz etkenler arasında yer almakla birlikte, bunun iki nedeninden daha söz edilebileceğini sanıyorum.

Birincisine yöntembilimsel bir neden diyebiliriz. En açık anlatımını ise Marx’ın ünlü Katkı önsözündeki şu satırlarda bulmak mümkündür:

“İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce bir toplumsal düzen asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları eski toplumun rahminde olgunlaşmadan önce asla ortaya çıkmaz. Onun içindir ki, insanlık, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları önüne koyar; çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi ancak onu çözüme bağlayacak maddi koşullar var olduğu ya da en azından oluşum süreci içinde bulunduğu zaman ortaya çıkar.”

Bu alıntıdaki birinci cümlenin ilk yarısı, daha sonraki kuşaklarda, bilerek ya da bilmeyerek, yanlış anlamalara ve bunlardan kaynaklanan devrimcilikten uzak siyaset pratiklerine yol açabilmiştir. Ama onları tartışmak bu yazının amacı dışında kalıyor. Buradaki amacımız açısından, materyalist tarih anlayışının özünü ortaya koyan bu satırlar ve aynı önsözün bütünü, kurucu düşünürlerin geleceğe ilişkin öngörü ve çözümlemelerini sınırlı tutmalarında etkili olmuştur, denilebilir.

İkinci neden ise yine onların kendi çağlarında yaygın bir etkiye sahip olmuş ütopik sosyalistlerle giriştikleri ideolojik/siyasal mücadeledir. Onlar ütopyacıların özel mülkiyetin ve gelişmekte olan kapitalizmin emekçi insanlar üzerinde yarattığı sömürü ve baskı ilişkilerine amansızca karşı çıkışlarını takdirle karşılarken, çözüm yolunu hayali coğrafyalarda  aklın ışığını ve ahlakı esas alarak arayışlarını gerçeklikten uzaklaşmak biçiminde  değerlendirmişlerdir. Bu düşünceler için henüz kapitalist ilişkilerin olgunlaşmadığı bir dönemde “kaba koşullara kaba teorilerin karşılık geldiği” yolunda eleştiriler yönelttiklerini biliyoruz. Onca kavga ve eleştiriden sonra, karşı taraftakilerin durmadan yaptıklarını yineleyerek bitip tükenmek bilmeyen bir gelecek güzel günler anlatısına da girişilemezdi herhalde! Diyeceğim, işin bir de böyle yanı olduğunu belirtmek yanlış olmaz.

Şimdiyse ikisi tümüyle kapanmış sonuncusunun yaklaşık dörtte biri geride kalmış üç yüzyılın art arda sıralanışını yaşıyor insanlık. Emekçilerin sınıf mücadeleleri inişli çıkışlı bir seyir izleyerek sürüp gitti, zaferlerle ağır yenilgiler neredeyse iç içe geçti; sosyalizm zihinlerden ve kitaplardan çıkıp yeryüzünün her yanına yayıldı, görkemli sosyalist kuruluş deneylerini çözülüş ve çöküş süreçleri izledi. Bütün bunlar, bir yandan bir gerekliliği, öte yandan bu gerekliliği yerine getirmenin kolaylaştığını ortaya koymuştur. Gereklilik dediğimiz, geleceğin sosyalist dünyasını hayal etme ve tasarımlama ile ilgilidir. Gerekliliktir; çünkü, sosyalizm düşüncesi ve eylemi insanlıkta büyük bir umut ve enerji açığa çıkardıktan sonra sönümlenip gitti, yeniden canlanması gerekiyor. Bunu yapmak kolaylaştı, çünkü yirminci yüzyılda kurulabilen sosyalizmin başardıkları ve başaramadıklarıyla birlikte yine aynı yüzyılda sahneden çekilişinin ardında bıraktığı devasa bir birikim var elimizin altında. Her ne kadar elimizin altında denemese de, hemen hemen o ölçüde yakınlaştırmak ve kullanılabilir duruma getirmek çok zor değil.

Yeter ki, kurucu düşünürlerin bugün keşke daha az sınırlı olsaydı diye hayıflandığımız öngörü ve önerilerinin bile çöpe atıldığı çözülüş sürecini akıldan çıkarmayalım. Kendi kendime bu uyarıyı yapar yapmaz, öyle öngörü ve önerilerin en çok yer aldığı temel kaynaklardan birinin başına getirilenler geliyor aklıma.

Yıllardan 1988. Yer Sovyet ülkesi. O temel kaynaklardan biri olan Anti-Dühring’in ilk yayımlanışının 110. Yılı “kutlanıyor”. Zaten böyle kutlamalar hiç ihmal edilmiyor ve kutlanan şey her neyse onun çaktırmadan içinin boşaltılması da beceriliyor. Burada içinin boşaltılmasının ötesinde, uluorta aşağılanma da söz konusu üstelik. Ekonomik Sorunlar dergisinde bir yuvarlak masa toplantısı düzenlenmiş. Katılanlar anlı şanlı iktisat profesörleri, yüz onuncu yılını kutladıkları bu kitabın artık ıskartaya çıkartılması gerektiğini, zamanın sosyalizm anlayışının çok gerisinde kaldığını falan söylüyorlar. İçlerinden biri, tamam Marx ile Engels çok önemli şeyler söylediler, ama artık onlar öldüler; her konuda onların sözünü bekleyecek halimiz yok, demeye getiriyor. Belleğimde kaldığı kadarıyla yazıyorum. Söyleyenin adı ise daha kesin olarak aklımda kalmış: Hudokormov. O zaman “ulan bu ne biçim isim” ya da buna benzer bir sözün dilimin ucuna geldiğini hâlâ hatırlarım. Rusça bilmezsin, etmezsin, belki de pek güzel, pek anlamlı bir isimdir, diye kendimi kınadığım da hatırımdadır. Şimdi düşünüyorum da, o bir sövgüydü aslında. Hani, halkımız “sütü bozuk” diye söver ya, ben de “adı bozuk” diye sövmüş oluyordum. Ne kadar ayıp!

Yukarıda “hüzünlü anı” dediğime gelince…

Taa 1978 yılının 20 Haziran günü bir yazı yazmıştım. Bu yazı ile aynı başlığı taşıyordu. Daha doğrusu, itiraf etmeliyim ki, bu yazıya biraz da zorlayarak o eski yazının başlığını koydum. Orada ideolojik, teorik ve siyasal anlamda yaratıcı olmanın iktidar mücadelesinde ileriye doğru yol olmanın koşullarından biri olduğundan söz ediyor; o arada, başka birkaç temel metnin yanı sıra, Ne Yapmalı’dan alıntılara baş vuruyordum. Örneğin, şöyle bir aktarma vardı:

“Rüya görmeliyiz! (…) Benim rüyam, olayların doğal seyrini aşarak aynı doğrultuda yol alabilir ya da olayların doğal seyrinin hiçbir zaman götürmeyeceği bir doğrultuya dümen kırabilir. Birinci durumda, rüyadan hiçbir kötülük gelmez. (…) Tam tersine, eğer insan böyle rüya görme yeteneğinden tamamen yoksun olsaydı, ara sıra zihni, ilerilere atlayarak, ellerinin henüz biçim vermeye başladığı ürünün bütününü ve tamamlanmış resmini gözünün önünde canlandırmasaydı, o zaman insanı sanat, bilim ve pratik alanında büyük ve kesin işlere girmeye hangi itici gücün sürükleyeceğini düşünemiyorum. (…) Eğer rüya gören kimse, rüyasına ciddi olarak inanırsa, hayatı dikkatle gözler, gözlemlerini hayal gücünde kurduğu çatılarla karşılaştırırsa ve eğer, genel olarak, rüyasının gerçekleşmesi için bilinçli olarak çalışırsa, rüya ile gerçek arasındaki çelişmenin hiçbir zararı olmaz. Rüyalarla hayat arasında bir bağ varsa her şey yolundadır.”

Aradan üç beş gün geçmişti ki, benden bir iki yaş büyük, sorumlu bir yoldaş tarafından görüşmeye çağrıldım. Tehlikeli bir yolda olduğuma ilişkin uyarıldım. Ne kadar dil döktüysem de kendisini inandıramadım. Belleğim beni yanıltmıyorsa aradan altı yedi ay geçtikten sonra da o yazım, “antisovyet, antikomünist” olmamın, üstelik o nitelikte bir hizip oluşturanlar arasında bulunmamın ya da o yolda ilerlememin kanıtlarından biri olarak kabul edilmiş ve “gereği” yerine getirilmişti.

O yoldaşımın ölümünün üzerinden ne çok zaman geçti! Öfkem uzun süre eksik olmadı, ama o zamanın hayhuyu hepimizin ortak yenilgisiyle birlikte sona erdikten epey sonra beni ziyarete gelişlerinde  hiç kin duymadığımı fark ettim. Şimdiyse, nedendir bilmem, öfkenin çok gerilere çekilerek hüznün egemen olduğunu anlıyorum.