'Kırk üç yıl önce alınan kararlar bugün de hayatlarımızı belirlemeye devam ediyor, aldığımız maaşlardan ödediğimiz vergilere hâlâ daha 12 Eylül’ün ekonomi-politiğinin içerisinde yaşıyoruz.'

'Halk ağır vergilerin altında eziliyordu': Milli Dayanış(ma)ma Paketi

Bugünleri anlamak için dönüp dolaşıp hep aynı yere, 24 Ocak Kararları’na ve 12 Eylül’e gitmemiz, kırk üç yıl öncesine bakmamız gerekiyor. Çünkü kırk üç yıl önce alınan kararlar bugün de hayatlarımızı belirlemeye devam ediyor, aldığımız maaşlardan ödediğimiz vergilere hâlâ daha 12 Eylül’ün ekonomi-politiğinin içerisinde yaşıyoruz.

Türkiye kapitalizmi 24 Ocak Kararları ve ardından gelen 12 Eylül darbesiyle birlikte “ihracata dayalı birikim rejimi”ne ve neoliberalizme geçti; bu ise hem ekonomik hem politik alanın radikal bir şekilde yeniden düzenlenmesi anlamına geliyordu. Yerli paranın sürekli devalüe edilmesi, yani değersizleştirilmesi, düşük ücretler, sendikal mücadelenin ve solun bastırılması, ithalat-ihracat serbestisi, sermaye akımlarının önündeki tüm engellerin kaldırılması, finansallaşma, borsanın açılışı, dinselleşme vs. Bunların hepsi Türkiye’nin sermaye düzeninin bekası adına adım adım hayata geçirildi.

Bu radikal düzenlemelerin maliye ve vergi ayağının olmaması elbette ki beklenemezdi ve buna uygun biçimde bu politikalarda da değişikliğe gidildi; kamu bütçeleri buna göre yeniden ele alındı, bütçenin hem gelir hem gider kısımları buna göre düzenlendi. Bu düzenlemeleri en özet haliyle şöyle anlatabiliriz: Bütçenin gelirler kısmının tamamına yakınını oluşturan vergi yükü sermaye için hafifletilirken, bu yük iyiden iyiye emeğin sırtına bindirildi; giderler kısmında ise sosyal devlet adım adım zayıflatılırken sermayeden alınan borçların faizleriyle emekten sermayeye büyük bir servet transferi yapıldı.

Verginin kimden, toplumun hangi kesimlerinden, ne şekilde alınacağı sınıfsal bir tercihtir. Kapitalist bir ülkede vergiler genel olarak emekçilerin sırtındadır ama bunun oranını o ülkedeki sınıfsal güç dengeleri belirler. Bir sermaye darbesi olarak 12 Eylül, emek hareketini ve solu bastırdıktan sonra vergi yükünü iyiden iyiye emekçilerin sırtına yıktı; yani sermayeden, zenginlikten, servetten alınan vergilerin bütçedeki payı giderek azalırken, ücretlerden ve tüketimden alınan vergilerin payı giderek arttı, dolaysız vergilerden dolaylı vergilere doğru bir kayma oldu.

Ancak bununla yetinilmedi; sermayenin üzerindeki vergi yükü hafifletilirken aynı zamanda borçlanmaya gidildi; böylece kamu harcamaları giderek daha artan oranda borçlanarak finanse edilmeye başlandı. Bu ise giderek ülkeyi bir borç-faiz sarmalına soktu. Peki bu faizleri kim ödüyordu? Elbette ki vergileriyle emekçi halk. Dolayısıyla halktan vergi olarak toplanan paralar sermayeye borç faizi olarak ödenmeye başladı; bu ise çoğunluktan azınlığa, halktan patron sınıfına, emekten sermayeye muazzam bir zenginlik transferi anlamına geliyordu.

12 Eylül’ün başlattığı bu süreci Özal devam ettirdi, bayrağı 90’ların koalisyon hükümetlerinden AKP devraldı ve başta da söylediğim üzere hala daha bu ekonomi-politiğin içerisinde yaşamaya devam ediyoruz. Dolaysız vergilerden dolaylı vergilere doğru yaşanan değişim ise bize bu sürekliliğe dair son derece önemli ipuçları veriyor.

Darbenin olduğu yıl, yani 1980’de toplanan vergiler içerisinde dolaylı vergilerin payı yüzde 37.2 iken dolaysız vergilerin payı yüzde 62.8’miş. Yani vergiler esas olarak tüketim ve harcamadan değil, zenginlik ve kazançtan alınıyormuş; yani ortada görece adil bir vergilendirme tablosu varmış. Darbeyle ve Özal’lı yıllarla birlikte ise bu tablo değişmeye başlıyor ve 1988 yılına gelindiğinde dolaylı vergiler yüzde 50.3’e ulaşarak 49.7’de kalan dolaysız vergilerin önüne geçiyor.

90’lı yıllar boyunca dolaylı vergilerin payı giderek yükseliyor ve AKP iktidara gelmeden önceki yıl, yani 2001’de yüzde 59.5’e ulaşıyor. AKP iktidarı döneminde bu oran 60’lar bandına yerleşiyor ve ilk on yılın sonunda yüzde 69’a kadar yükseldikten sonra bugünlere gelindiğinde 62.5 civarında gerçekleşiyor.

Peki bu ne demektir? Bu, asgari ücretliyle TÜSİAD üyesi patronun, açlık sınırında yaşayanla parasının haddini hesabını bilmeyecek kadar zengin olanın, emeğiyle geçinen milyonlarla bir avuç sermayedarın ekmek, et, süt, her neyse, bir ürünü satın alırken aynı oranda vergi ödemesi demektir, yani ortada “eşitlik”ten kaynaklı korkunç bir adaletsizlik vardır. Ama mesele sadece bu değildir; mesele aynı zamanda bu mekanizma aracılığıyla vergi yükünün geniş halk kesimlerinin sırtına yıkılması, sermayenin doğru dürüst vergi ödememesidir ve adaletsizliğin bir boyutu da tam olarak buradadır.

Şimdi buradan son açıklanan “Milli Dayanışma Paketi”ne gelelim. İktidar her zamanki kurnazlığıyla memur ve emekli maaş zamlarını vergilerdeki artışlarla aynı pakete sokarak Meclis’e getirdi ve adını da böyle koydu. Böylece daha baştan “vergilere yapılan zamların nedeni memur ve emekli maaşlarına yapılan zam” algısı yaratıldı. Öyle ki “muhalif” haber kanallarından birinin vergilerdeki artışla yaptığı bir haber “memur maaşlarına yapılan seyyanen zammın ateşlediği yeni vergiler” diye başlıyordu.

Oysa maaşlara yapılan, zaten yetersiz ve enflasyonun karşısında her durumda erimeye mahkûm olan o zamların nasıl finanse edileceği sınıfsal bir tercihe tekabül ediyor ve bizim de esas olarak buraya, iktidarın yaptığı bu tercihe bakmamız gerekiyor.

Bu paket kapsamında toplanacak verginin 402.9 milyar lirası doğrudan vergi olarak, yani gelir ve kurumlar vergisi olarak elde edilecek; 733 milyar liralık, yani bunun neredeyse iki katı büyüklüğündeki vergi geliri ise tüketim ve harcamadan, yani KDV ve ÖTV aracılığıyla elde edilecek. Dolayısıyla dolaylı-dolaysız vergi ayrımı bu pakette de karşımıza çıkacak ve yük yine halkın sırtında olacak.

Ancak 402.9 milyarlık verginin doğrudan vergi olarak alınması; bunun hepsinin sermayeden alınması anlamına gelmeyecek; çünkü bu 402.9 milyarın 203.2 milyarı gelir vergisi olarak toplanacak, onun 189.1 milyarını da bordrolarıyla ücretliler ödeyecek. Kurumlar vergisi için toplanacak vergi ise 166.3 milyar olacak; yani çalışanlar elde ettikleri gelir için şirketlerin, holdinglerin, tekellerin ödedikleri vergilerden çok daha fazlasını ödeyecekler.

Velhasıl ücretliler, çalışanlar, emekçiler hem ücretlerinden kesilen vergilerle hem de yaptıkları harcama ve tüketimden alınan vergilerle “Milli Dayanışma Paketi”nin esas yükünü omuzlayacak. Kapitalizmin “kârlar özel, zarar kamusal ilkesi” gereği sermaye bir kez daha krizin faturasını zamlar aracılığıyla halka yıkacak, acı reçete yine halka uygulanacak, kemeri yine halk sıkacak.

Bu köşede 14 Haziran’da yayınlanan “Yoksullaştıran büyüme bitti, sırada yoksullaştıran küçülme var” adlı yazımızda, iktidarın seçime doğru giden Türkiye’de faizleri düşürüp ekonomi çarklarını döndürerek ekonomiyi belli ölçülerde büyüttüğünü ama bunun yoksullaştıran bir büyüme anlamına geldiğini, neticesinde halkın ekmeğinin küçüldüğünü söylemiştik. Seçim sonrasında ise bu sefer sırada “yoksullaştıran küçülme”nin bulunduğunu, yani Mehmet Şimşek’in halka acı ilacı içireceğini, kemer sıktıracağını belirtmiştik.

İşte Şimşek tam da bunu yapıyor bugün: Bir yandan kurların serbest bırakılmasıyla yerli paranın değeri bilinçli bir şekilde düşürüldü ve böylece asgari ücret, memur ve emekli maaşları daha cebe girmeden dolar bazında erimiş ve halkın alım gücü daha da aşağı çekilmiş oldu. Öte yandan KDV artışlarıyla bütün ürünlerde fiyat artışının önü açıldı ve böylece halkın alım gücüne bir darbe de buradan vuruldu. Üstelik buna yılın ikinci ayında tekrar enflasyonist bir ortama girilmesinin eklenmesiyle birlikte yaşanacak olan şeyi biliyoruz; yoksulluğun yaygınlaşması ve derinleşmesi hızlanarak devam edecek.

Türkiye sınıfsal çelişkilerin hızla keskinleştiği ama bu çelişkilerin siyasette esamisinin okunmadığı tuhaf zamanlardan, bir sessizlik sarmalından geçiyor.  “Milli dayanışma paketi” adı altında önlerine sahte dayanışma paketleri konulanlar, romanlardaki, filmlerdeki “halk ağır vergilerin altında eziliyordu” cümlesi hayatlarının gerçeği olanlar, her gün giderek yoksullaşanlar kendi dayanışma paketlerini icat etmezlerse, yan yana gelmez, omuz omuza vermezlerse, yoksulluğu, adaletsizliği, bölüşümü siyasete taşıyacak bir sesi yükseltmezlerse, devran bu şekilde dönmeye devam edecek.

Acı ilacı niye hep halkın içtiği, kemeri niye hep halkın sıktığı sorularını siyasete taşıyacak, bunu “ekmeği nasıl bölüşmeliyiz” sorusuyla buluşturacak, tüm bu soruları daha çok kişiye, daha yüksek sesle sorduracak, bunlara yanıt üretecek ve tüm bu yanıtları toplumsallaştıracak bir siyaset…

Ya böyle bir siyaseti var edeceğiz ya da yaşadıklarımızı uyanmanın asla mümkün olmadığı bir kâbus misali yaşamaya devam edeceğiz.