Muhalefetin “gündem saptırma” olarak kodladığı olaylar örgüsü, aslında doğrudan doğruya iktidarın gerçek gündeminden başka bir şey değil.

Gündem saptırma mı?

Hangi zaman dilimi yoktur ki Türkiye’de önemli suikastları hatırlatmasın? Ama Ocak ayı halkın belleğine daha fazla kazınmıştır. Farklı yıllarda ama aynı ayda suikasta uğrayan aydınlarımızdan yitirdiklerimiz arasında, Onat Kutlar’ı (11 Ocak), Hrant Dink’i (19 Ocak), Uğur Mumcu’yu (24 Ocak), Muammer Aksoy’u (31 Ocak) sayıyoruz ve anıyoruz. Bu suikastların hepsinde 2000’lerin hazırlığının işaretlerini görürüz. Uğur Mumcu zaten bize 2000’leri erkenden haberleyen analizleriyle öne çıkmamış mıydı? 24 Ocak 2001’de Fethullahçı çetenin Diyarbakır’ın merkezinde güpegündüz kurduğu çapraz ateş tuzağına kurban giden Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ı da anmamız gerekir, çünkü bu cüretkâr suikast 2000’lerdeki dinci/cemaatçi organize suç örgütlenmesinin önemli işaret fişeklerinden biriydi.

TELE 1 programı

Şimdi gelelim 2022 Türkiye’sinde ülkenin hangi zorbalık ve keyfilik düzeyine terfi ettiğine…

Gazeteci Sedef Kabaş, Uğur Dündar’ın Tele 1 televizyonu programında aktardığı bir Çerkes atasözü nedeniyle (aslında bu yayından bir hafta sonra Takvim’in kışkırtmasıyla) hedef yapıldı ve artık alışıldık bir gece baskınıyla tutuklandı. Sadece o hedef yapılmadı; onun üzerinden Tele 1 ve Uğur Dündar’a ceza yağdırıldı. Ama asıl hedefte olan kuşkusuz Tele 1’in bağımsız gazetecilik anlayışıydı. İktidarın medya üzerindeki kılıcı olan RTÜK, artık bir ceza yargısına dönüşmüş haliyle, Tele 1’e gelirlerinin yüzde 5’i gibi çok yüksek bir “idari” ceza kesmekle yetinmedi, Uğur Dündar’ın programına da beş hafta yayın yasağı getirdi. Saray’ın bu kadarla tatmin olmayacağı hesabıyla, Uğur Dündar’ın RTÜK’ü eleştiren sözleri nedeniyle de gene Tele 1’e ek bir yüzde 3’lük idari para cezasına daha “hükmetti”.

Bunların tümü, Türkiye’de Anayasa’nın mevcut haliyle bile resmen ve fiilen askıya alındığının kanıtları, çünkü hepsinde Anayasaya tam cepheden aykırılık hali geçerli. Ayrıntılı analizi Anayasacılara bırakarak birkaç ilgili hükme değinelim: Anayasa madde 26’da tanımlanan “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti”, Sedef Kabaş olayında açıkça ihlal edilmiştir. Bu hürriyetlerin sınırlanmasına ilişkin olarak (m.26/2) sayılan olguların hiçbiri Kabaş ve Dündar olayına uygun düşmemektedir. Tele 1’e verilen cezalar da m.28’de tanımlanan “basın hürriyeti” ile bağdaşmamaktadır.

Kabaş’ın açıklamasında bir suç/hakaret unsuru olduğu iddiasında bulunanlar dahi aslında Anayasa m.38/4’ün dışında hareket edemezler: “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz”. Dolayısıyla, bağımsız mahkemeler hüküm vermedikçe RTÜK dahil hiçbir kişi veya kurum bir kişiyi/kurumu suçlu sayıp tasarrufta bulunamaz, RTÜK örneğinde ise idarî yaptırım uygulayamaz. Daha önemlisi, Anayasa’nın “ceza sorumluluğu şahsîdir” hükmü (m.38/7) çiğnenerek, Kabaş üzerinden Tele 1’e ceza kesilemez, Uğur Dündar’ın programı yasaklanamaz. Aynı çerçevede, Uğur Dündar’ın RTÜK’ü eleştirisi Tele 1’e ek idarî ceza kesilmesinin gerekçesi yapılamaz.

Bu olayda Adalet Bakanı başta olmak üzere “mahkemelerin bağımsızlığı”na yapılan müdahale de Anayasa m.138’e açık bir aykırılık oluşturur. “Mahkemeler zaten bağımsız mı ki” denilebilir ama bunlar iktidarın suç dosyasına eklenmesi bakımından önemlidir. Çünkü Anayasa m.125’e göre “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır” ve m.129’a göre de, “Memurlar ve diğer kamu görevlileri Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdürler”. Demek ki günü geldiğinde “hesap sorulmasının” maddi koşulları birikmektedir. Hesap sormaktan kaçınacaklar üzerinde baskı kurulmak üzere örnek vakaların da biriktiği gibi…

Aksu, Kabaş, Kabataş…

Kabaş vakası, Sezen Aksu’nun beş yıl önceki bir şarkısının hedef yapılmasıyla aynı zaman dilimine denk getirildi. Kuşkusuz tesadüf değildi. Cumhurbaşkanının ağzından Sezen Aksu’nun “dilini kesme” tehdidini içeren sözler çıkması, “Erdoğan demokrasisinin” ‘hali pür melalini’ göstermesi dışında, bize hemen TCK 216. maddesinde ifade edilen “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçunu hatırlatmalı. Bunun başka bir ifadesi yoktur; Cumhurbaşkanı sıfatıyla Erdoğan alenen suç işlemeye devam etmektedir. Kaldı ki, “dil kopartma” ifadesinin TCK 106’ya göre bir tehdit olduğu Yargıtay tarafından bir başka davada karar altına aldığı da bilinmektedir.

Bu vakanın uydurma Kabataş olayından da esasta bir farkı yoktur. Belki de şu farklar hariç: Kabataş olayında, daha anonim/kitlesel olan Gezi eylemcilerine karşı halkı kin ve düşmanlığa tahrik edenler (iktidara yaranma peşindeki basındaki uzantıları dahil), şimdi kimi sanatçı/gazetecilere karşı daha bireysel düzlemde nokta hedef gösterme peşindeler. Kabataş ve Dolmabahçe vakaları daha ağırdı kuşkusuz; üstelik orada TCK 267. maddesindeki “iftira suçu” ve TCK 271. maddesindeki “suç uydurma suçları” da işlenmişti. Ben zamanında hem o zamanki Başbakan Erdoğan hem de organize bir şekilde ve basın yolunu defalarca kullanarak bu suçları işleyen sözde gazeteciler hakkında Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunmuştum. Sonucu tahmin edersiniz. Ama bu suçlarla ilgili takipsizlik kararı verilmesi, bu suçları ortadan kaldırmamaktadır. Siyaseten de zaman aşımı olmayacaktır. Bu suçlar işlendiğinde Davutoğlu ve Babacan’ın da AKP saflarında olmasının muhalefetin elini kolunu ne kadar bağlayacağını göreceğiz. Ama bunların peşini bırakmayacakların gücünü hafife almamak gerekir.

Muhalefete göre gündem saptırma

Sorunlarımızın biri de muhalefetin edilgenliği ve özellikle de seçimlere kadar iktidarın her türlü saldırısını, bilhassa da din kisvesi altında yapılanları ya görmezden gelmesi/gelecek olması ya da “gündem saptırma” olarak değerlendirmesi. İktidar kuşkusuz gündemi değiştirme/gündemi belirleme gücünü elinden bırakmak istemez. Ama “gündem saptırma” denilen vakaların hemen tamamının iktidarın din devleti oluşturmaya ve bunun için yargıyı baskı altına almaya yönelik sistematik adımlarından oluştuğu dikkate alındığında, gündemden asıl kaçanın muhalefet olduğunu teşhis etmek zor olmuyor.

Muhalefetin “gündem saptırma” olarak kodladığı olaylar örgüsü, aslında doğrudan doğruya iktidarın gerçek gündeminden başka bir şey değil. İslamcı iktidar, çoğunu kışkırttığı veya hiç yoktan gündem yaptığı bu tür olaylar üzerinden kendi hegemonyasını inşa etmeye yöneliyor. Anayasayı kendi projesine tam uyumlu hale getirmede karşılaştığı sınırları/sıkıntıları, Anayasayı fiilen kadük hale getirerek aşmaya çalışıyor ve erkler birliğini tesis ederek buna da pratikte fiilen ulaşmış bulunuyor. Her olayda bunu bir kez daha pekiştiriyor. Ama kendini gene de güvende hissetmediği için Anayasayı ve yasaları kendine göre biçimlendirme projesinden vazgeçmiş değil; sadece mecburen ertelemiş bulunuyor. Ama muhalefetin pasifliği ve sağcılaşması üzerinden şimdilik durumu pekâlâ idare edebiliyor. Hatta daha ötesine gidiyor ve devletin otokratik dönüşümünü hızlandırmak için muhalefetin sindirilmişliğini de kullanıyor.

Muhalefetin AKP’nin gerçek gündemini açığa çıkarmama konusunda gösterdiği “kararlılık” doğrusu sadece “muhalefetin kolaycılığı veya edilgenliği” teşhisiyle geçiştirilebilecek gibi de değil. Parçalı muhalefetin yapısal sorunları mutlaka etkilidir. Ama bu durumun arkasındaki asıl neden, muhalefetin lokomotif gücü olması beklenen Cumhuriyet’in kurucu partisinin kendi ilkeleriyle, özellikle de laiklikle, devrimcilikle, devletçilikle “helalleşmesi” bulunuyor. Bu durumda da “kim neoliberal programa daha sadık kalır”, “kim NATO’ya ve ABD’ye daha sadıktır” rekabeti üzerinden görücüye çıkmaktan başka “çıkış yolu” bulunamıyor.

***

Özel bir not: Haftalık yazılarım gündemimi fazlaca böldüğünden bundan böyle Sol Gazete’ye iki haftada bir yazacağımı üzülerek bildirmek durumundayım. Ama nasıl olsa, Sol Gazete bana arada bir “söyleşi” biçiminde de ulaşacağından, ayrıca Dayanışma Forumu dergisi yazılarım da araya gireceğinden, sizleri “bıktırmaya” devam etme fırsatlarım tükenmiş olmayacak!