'YŞimdi değineceklerim, eğitimin şart olduğunu yadsımamakla birlikte hangi eğitim, nasıl eğitim türü sorular sorulmaksızın o saptamayı yineleyip durmanın anlamsızlığını veri kabul edecek.'

'Eğitim şart!'

Bir zamanlar, eğitimin ne kadar önemli, hatta her şeyden önemli olduğunu anlatmak için söylenirdi. Hâlâ da söylenir. Eğitimle ilgili bu değerlendirmenin ikinci bölümüne, “her şeyden önemli” olduğu iddiasına katılmam mümkün değil. Belirli koşullar altında çok etkili olabilecek çözümleri büyülü maymuncuklara dönüştürerek anlamsızlaştırmanın çarpıcı örneklerinden biridir. Zaten, zaman içinde, eğitimin şart olduğu yolundaki bu saptama alaycı bir edayla yinelenir oldu. En azından, kimilerinin dilinde. Kendimin de onlar arasında olduğunu söylemeliyim.

Böyle bir başlangıcın ardından Okçabol Hocamızın alanına gireceğim sanılmasın. En az beş yıl adımın önünde “eğitim uzmanı” unvanı olarak, çok daha uzun bir süre de öyle bir sanım olmadan yetişkin eğitimi ile uğraşmışlığım vardır da, işin asıl uzmanlarını okuyup anlamak dururken onların alanlarına girmek hadsizlik sayılsa yeridir; kaçınmak gerekir.

Yine de, şimdi değineceklerim, eğitimin şart olduğunu yadsımamakla birlikte hangi eğitim, nasıl eğitim türü sorular sorulmaksızın o saptamayı yineleyip durmanın anlamsızlığını veri kabul edecek.

Birkaç gün önce televizyonlarda rastladım. Hani, ellerine bir mikrofon bir de kamera alıp halkın arasına girdikten sonra, kendilerince güncel olduğunu düşündükleri bir iki soru soruyorlar ya, onlardan birinde. Soru şuydu: “Cumhuriyet ne zaman ilan edildi?” Sorunun yöneltildiği yurttaşların tümüne yakını, daha otuzlu yaşlarına gelmemiş gençler. Artık, özel olarak öyle mi düzenlenmiş, yoksa rastlantı sonucu olarak mı öyle bir yaş grubu oluşmuş, orasını bilmiyorum. Görünüşlerine, konuşmalarına bakılırsa, herhalde öğrenci ya da öğrenciliği yeni sona ermiş, kentli gençler. İlginçliği artırmak için ya da daha farklı niyetlerle soruyu doğru yanıtlayanlar kırpılmış olabilir, ama kurguda yer bulmuş yanıtların hiçbiri doğru değildi.

Bu soruya doğru yanıt verememenin nasıl açıklanabileceğine ilişkin düşüncemi biraz sonra yazacağım. Ama, daha önce, yanıtların bazılarını belirtmemde yarar var. Cumhuriyetin 23 Nisan 1919’da ilan edildiğini söyleyen mi istersiniz, “Temmuz muydu” diye soruyu soruyla karşılayan mı, söze “benim tarih bilgim biraz zayıftır” diye bir tür özürle başlayıp ardından 1938, 1953, hatta 1453 yanıtı verenler mi…

Bir ara, yok canım, bu televizyon kanalı yahut soruşturmayı yapanlar muhalifliği münafıklık ile karıştırmışlar, bu kadarı gerçek olamaz, abartıda kantarın topuzu kaçırılmış bir mizansenle mi karşı karşıyayız acaba, diye kuşkuya kapıldım. Ancak, hemen ardından, neredeyse her gün, her konuda ne inanılmaz ölçüde abartılı durumlarla yüz yüze geldiğimizi hatırlayarak kuşkumun yersizliğine karar verdim.

Bu kararı verişimi kolaylaştıran bir başka etken de on beş yıl önce bir yolculuk sırasındaki yaşantımı hatırlamam oldu. Süre konusunda bu kadar kesin konuşabilmem, o yolculuğun kendi açımdan hiç azalmayacak önemiyle ilgili. Trenle Ankara’dan İstanbul’a gidiyorum. Telaşımdan olacak, yanıma ne bir kitap ne bir gazete almışım. Bu eksiğimi, yan koltukta oturan gencin elindeki gazeteye çaktırmadan göz atarak gidermeye çalışıyorum. Böyle durumlarda çaktırmamanın kolay olmadığını, hele hele uzun sürmediğini bilenler bilir. O zaman da öyle olmuş ve yanımdaki genç, biraz sinirlendiği anlaşılmakla birlikte, kibar bir sesle, “Gazetenin ilavesini vereyim, isterseniz” diyerek magazin ekini uzatmıştı.

Büyük tirajlı gazetelerden biriydi. Koltuk komşumu benim rahatsız edici bakışlarımdan kurtaran magazin ekinde, fotoğrafta göründüğü kadarıyla güzel bir genç kadınla yapılmış bir söyleşi vardı. Belleğimde kaldığına göre mankenlik de yapmakta olan o genç kadın, tarihe meraklıydı. Merakın ötesinde, bir üniversitenin tarih bölümünde yüksek lisans yapıyordu. Gazeteciyle konuşmasında söz nasıl oraya gelmişti, şu anda hatırlamam mümkün değil, Atatürk’ün Samsun’a çıkışından söz ederken, Paşa’nın Samsun’da hiç oyalanmadan, Ankara’ya doğru trenle yola çıktığını söyleyince, gazeteci soruyordu: “Emin misiniz? Gerçekten öyle mi olmuş?” Genç tarih öğrencisinin sözleri çok kesindi: “Eminim tabii. Ben tarihte yüksek lisans yapıyorum, bunları iyi bilirim. Hatta her istasyonda durmuş ve taraftar toplamak için mitingler yapmıştı.”

Uyduruyordu. Gerçi, her alanda gerçekliğe uygun dayanakları olan uydurmaların belli bir yeri vardır; ama bu kadarı çok fazlaydı. Yine de, on beş yıl sonra, böylesine belleğini yitirmiş, belki de belleğinde cumhuriyetin yeri hiç olmamış gençlerle karşılaşacağım aklıma gelmezdi.

Keşke bu örnekler eğitim eksikliğiyle, yetersizliğiyle, yanlışlığıyla ilgili olsaydı da yazının başlığındaki alaycı sözü boşa çıkaracak çabalarla ortadan kaldırılabilseydi.

Bir zamandır cumhuriyet tehlikede, saldırı altında, korunaksız ve benzeri uyarıları bıktırırcasına yineleyip duruyorduk. Oysa, çeşitli biçimlerde gözler önüne serilenlere bakılırsa, cumhuriyet enikonu yıkılmakla kalmamış, insanların belleklerinden bile silinmeye yüz tutmuş. Üzücü olduğu da üzülmenin yetmediği de kuşkusuz. Daha kötüsü, eskisini ayağa kaldırmak ölümlülerin gücünü aşıyor. Üzülmenin yetmediğini yapabilmek için, daha kötüsü dediğimizin bile umut kırıcı olmadığını düşünmekte yarar var.

Birdenbire çekip gidişine inanmakta hâlâ güçlük çektiğim dostum Mehmet Bozkurt’tan masalımsı bir anlatı olarak dinlemişimdir: Çerkeslerin ataları, çok sevip saydıkları, ama artık hayatlarını insan onuruna yakışır biçimde sürdürmelerini imkânsızlaştıracak kadar yaşlanıp düşkünleşmiş büyüklerini, yaşadıkları coğrafyalarda hiç eksik olmayan uçurumlardan birinin başına götürür ve aşağıya bırakırlarmış.

Bizim durumumuz o kadar trajik sayılmaz. En az iki nedenle: Birincisi, kendi eylemimizin bir sonucu olarak gerçekleşmiş değildir; ya da çıkmayan candan umut kesilmez sözünden şaşmayanlar bulunabilir düşüncesiyle söylenirse, gerçekleştiğinde bizim bir suçumuz olmayacaktır da denebilir.  İkincisi, kurulacak yeni cumhuriyette öncekinde bulunan en ileri özelliklerin, sadece onların içerilmiş olacağı kesindir.