'Düzenin içinden bu tür düzeltme, ayar verme, gerçek değişimin nerede ve nasıl olacağını karartma girişimleri hep olur.'

Doğru sanılan üç yanlış

Bunların sayısı üçten çok daha fazladır kuşkusuz. Öyle üçle beşle çarpmak yetmez, üçyüzle beşyüzle çarpmak gerekir. Burada en güncel olanlar içinden üçünü seçip kısaca üzerlerinde durmak niyetindeyim. Bunlar ve benzerleri, düzen içi dediğimiz muhalefet kesimleri eliyle güncelleştirilip yaygınlaştırılır; o tür muhalefetin iktidardakilere atıp tutarken dışına çıkmamaya özen gösterdiği düzene sunduğu hizmetler arasındadır.

Birincisi, ülke ekonomisi ile ilgili. Buna göre, ülkenin ekonomik durumu çok kötüdür. Bu kötülük yıllarca birikerek çoğalmış, dayanılmaz duruma gelmiştir. Bu iktidar sürüp gittikçe dişe dokunur bir iyileşme olması da mümkün görünmemektedir.

Son cümledeki “bu iktidar sürüp gittikçe” bölümü dışında birtakım gerçeklerin art arda sıralanması işte. Ancak, neden böyle olduğuna gelince iş değişiyor; çünkü, o neden bugünkü iktidarın sürüp gitmesine bağlanıyor: İktidardakiler o kadar cahiller ki, yapılması gerekenleri yapmıyor, alınması gereken önlemleri almıyorlar, bu yüzden işler git gide kötüleşiyor, zavallı halk da bunun ceremesini çekiyor. Peki, neden yapılması gerekenler yapılmıyor? Yanıt besbelli: İktisat biliminden haberleri yok. Hatta, o kadar ki, başlarındaki zat “ben ekonomistim” deyip durdukça, çekilen onca sıkıntı yetmezmiş gibi, bir de durum komikleşiyor!

Ciddi ciddi açıklamalara gerek yok, şu kadarı yetebilir: Saraydaki o binden fazla sayıda olduğu rivayet edilen odalarda hiç mi ilm-i iktisat profesörü oturmuyor? Yoksa, bilcümle iktisat alimi komünist oldu da oralarda istihdam edilecek iktisatçı mı bulamıyorlar?

Hiçbiri değil elbette. Biraz daha ciddi olunursa ve çok kısaca, şöyle: İktisat da sınıflar üstü bir bilim değil. Bağımsız bir disiplin olarak ortaya çıktığı birkaç yüzyıl önce, doğru söylenişiyle siyasal iktisat, burjuvazinin yükseliş ve iktidarı alış döneminin bilimiydi. O zamandan beri, emekçilerin sınıf açısından bakılarak farklı bir iktisat yaratıldıktan sonra da, burjuvazinin iktidarı sürdükçe bir zamanlar doğru biçimde “burjuva iktisadı” dediğimiz akım, ya da iktidarda olduğuna göre, ana akım da denebilir, kapitalizmi haklı, doğal, başka türlüsü düşünülemez gösterme işlevini öne çıkardı. İçeriden kendi bunalımları, dışarıdan uzlaşmaz karşıtlık içindeki sınıf düşmanlarının iktidar mücadelesi sıkıştırdıkça, bazı yaratıcı iktisatçılarının eliyle işlerine yarar ürünlere kavuştukları dönemler de olmadı değil. Ama burjuvazi, iktidarı uzayıp varlığı her türlü ilerlemenin önünde engel durumuna geldikçe, bütün düşünsel alanlarda yaratıcılığını da yitirmiş oldu. Adındaki siyasal sözcüğünü atarak sözüm ona sınıflardan bağımsızlaştırdığı iktisat da o alanlardan biriydi. Bununla birlikte, hiçbir çaba onun sınıflardan bağımsız bir karakter kazanmasına yetmedi.

Öte yandan, kapitalizmin var oluşunu sağlayan çelişkiler, aynı zamanda, onu bunalımdan bunalıma sürüklediği için, kendi içindeki ideolojik ve bilimsel yaratıların çözüm gücü de hep yetersiz kalmaya mahkûmdur. Hiçbir sorun kalıcı bir çözümle ortadan kalkmaz, bir sorunun ya da sorunlar yumağının görece çözüme kavuşturulması, yeni sorunları beraberinde getirir. Kaldı ki, uzlaşmaz karşıtlıklar içindeki sınıflardan oluşan bu toplumda, bir sınıf için apaçık ve ezici bir sorun, bir başkası için sorun sayılamayacak kadar önemsiz olabilir.

Bu toplumların ayrıksı yanları da az olmayan örnekleri arasında sayılabilecek Türkiye’de, köpeksiz köyde değneksiz gezme dönemlerinden birini yaşayan burjuvazi ve her alandaki ideologları açısından, bir yanda dinsel dogmalar bir yanda nitelikli kadro eksikliği, zaten sayıları ve etki dereceleri sınırlı politika araçlarını büsbütün yetersizleştirmektedir. Dolayısıyla, İstanbul doğumlu ve, o söylenir söylenmez akan suları durduran sözle, “dünyaca ünlü” ekonomistin daha birkaç gün önce Euronews haber kanalına konuşurken yaptığı gibi sorunun kaynağını “ekonomide sonuç alıcı politikalar geliştirecek kadronun şu an olmayışı”na bağlamak kolaylaşıyor.

Doğru sanılan güncel yanlışların ikincisine gelelim. Bu da yine düzen içi muhalefet tarafından dillendiriliyor. Deniliyor ki, hemen her zaman tasarruf açığı olan bir ülke konumundaki Türkiye için dışarıdan gelecek yatırımların önemi büyüktür. Buraya kadarı muhalefetiyle iktidarıyla siyaset sahnesindeki hemen herkesçe kabul edilebiliyor. Ama muhalefet orada durmuyor ve devam ediyor: Hukukun, adaletin olmadığı bir ülkeye yabancı sermaye gelir mi hiç? Demek ki, ekonomiyi düzeltme çabası ile demokrasiyi geliştirme, hukuk devletini yeniden kurma, adalet arayışını sonuçlandırma gereği bir arada ortaya çıkıyor, biri olmadan öbürü gerçekleşemiyor.

“Fesuphanallah” mı demeli! Sanki kapitalizm adaletin, hukukun olduğu yerde yeşerip gelişiyor, onların olmadığı yerde sararıp soluyor ne demek, oralara hiç uğramıyor.

Ne teorik ne pratik açıdan iler tutar yanı olmayan bu doğru bilinen yanlışın uzun uzun üzerinde durmak anlamlı görünmüyor. Sadece bu iddianın dudak ısırtan bir sonucunu, saçmalığını gizleyip saklamadan yazmakla yetinelim: Anlaşılan, uluslararası finans kapital, yeryüzüne yayılırken kendisine demokrasiyi ve hukuk devletini her gittiği yere götürmek gibi yüce bir amaç edinmiş! “Biz görmeyeli, neler neler becerir olmuş kerata!” diye de eklemeli mi acaba?

Son günlerin en çok işitilen sözlerinin başında gelen değişim ise bu yazıyı tetikleyen yanlışların üçüncüsü olarak karşımız çıkıyor. Değişimden en çok söz edilen yer, hiç şaşırtıcı olmayan biçimde, Kılıçdaroğlu CHP’si. Adı geçen politikacının koskoca bir partinin önüne yazılması biraz tuhaf görünse de, özellikle, daha birkaç ay öncesine kadar kendisini “eşsiz bir politik mimari”nin kurucusu sayarak göklere çıkaranlar için şaşırtıcı olmasa gerektir. Kulakları çınlasın bizim Yalçın Hoca’nın pek yerinde benzetmesi akla geliyor burada, onu da kullanarak devam edebiliriz: Müteveffa Baykal’ın “dizine kaset sıkılarak” devrilmesinden sonra iş başına gelen bu yetenekleri fazlasıyla sınırlı politikacı ile çevresinin düzene sunabileceği hizmetlerin sonu gelmiş görünüyor. Yine de, öyle midir, bilinmez, demekte yarar var; çünkü geçmişte de benzer sonların geldiği duygusunun yaratıldığı olmuştu sanki. Katilleri “tarihsel figür” sayan taze danışmanlara danışılarak daha epeyce hizmet üretilmesi mümkün olabilir.

Her neyse…

CHP’nin İsmet Paşa’nın “ortanın solu” olarak belirlediği siyasal konumlandırılışının 1965 genel seçiminden birkaç ay önceye rastladığını ve düzenle ilgili “değişim” sözcüğünün ise Ecevit’in 1968 bütçe konuşmasına dayanan kitabının adında yer aldığını biliyoruz. Her ikisinin de, tek amaç bu olmamakla birlikte, ülkemizdeki sosyalist siyasetin emekçi kitlelere ulaşıp yaygınlaşmaya başladığı bir dönemde bir ön alma yahut sınır çizme kaygısı taşıdığı da bilgilerimiz arasındadır.

Diyeceğim, düzenin içinden bu tür düzeltme, ayar verme, gerçek değişimin nerede ve nasıl olacağını karartma girişimleri hep olur. Kimi zaman doğrudan doğruya böyle bir amaçla, kimi zaman bunu bir yan ürün olarak hesaba katma biçiminde. Olur, çünkü halkımızın yüzde altmış yetmişi muhafazakârdır, sağcıdır, bilmem nedir türü saçma sapan söylemlerin tersine, değişim her zaman adı konulamayan bir ihtiyaçtır. Ezilen büyük kitleler durumlarının bir gün gelip değişeceğini düşünmeden, hayal etmeden, beklemeden yaşayamazlar. Onların yaşayamaz olmaları ve bunun farkına varmaları ise kıyamet alameti sayılsa yeridir. O kadar ki, AKP’nin bile günün birinde bu sözcüğü, kendi meşrebine, mezhebine uygun bir farklılaştırma ile sloganlaştırdığını görürsek şaşırmamalıyız.