"Her ayın kendine göre güzellikleri vardır. Güzellikleri çoğaltıp çirkinlikleri yok etmekse, o ayların yanı sıra daha neleri yaratan insanın bilinçli, ortak eylemine kalmıştır."

Direkten dönmüşüm meğer!

Az kalsın sıfırı alacakmışım. Üstelik en az onların ikisinin birinden…

Onlar dediğim, daha önceleri birkaç kez yinelediğimi hatırlıyorum, 50-55 yaş kadar daha genç olup kayıtlı kuyutlu öğrencileri arasında yer alamadığıma hayıflandığım genç akademisyenler. Bu satırları okurlarsa, “hâlâ genç diyor, nasıl bir amacı olabilir bu adamın” diye düşünürler mi acaba? Herhalde düşünmezler.

Biri Fatih Yaşlı. Geçen hafta Eylül ayının iki 11’i ile iki 12’sini karşılaştırarak üstü kapalı bir kötüleme yapmıştı bu ay için. İkincisi, Serdal Bahçe ise Eylül’ü tümden kötülemiş, nerdeyse takvimlerden çıkarılsın demeye getirmişti.

Bana gelince, Fatih’in yazısını okumuş olmama karşın aynı ayın daha ne günleri var, diyerek basbayağı bir güzelleme tasarlamıştım kafamda. Yazabilseydim, üstelik Serdal’ın yazısıyla aynı gün, yan yana çıkacaktı. Öğrencileriyle de hiç konuşmuşluğum yok, sıfırı bol mudur, bilemem. Direkten dönmüşüm demem o yüzden. Neyse ki, ateşlendim, birkaç gün hasta yattım da, yazamadım.

Şimdi yazmaya kalkışmam, aradan geçen zamanın verdiği cesaretten olabilir. Bir de, geçen hafta yazmış olsaydım, çok daha fütursuz davranacaktım. Şimdi hocanın eğilimini öğrenmiş durumdayım, biraz daha temkinli olabilirim. Eh, kaç on yılın öğrencisiyiz, kendimizi ateşe atacak değiliz. Usturuplu yazmayı da becerebiliriz.

Korkudan mıdır nedir, giriş faslı biraz uzun oldu. Diyeceğim, Eylül ayının da kendine göre güzellikleri vardır. Birinci gününden başlayabiliriz. Artık pek aldırış eden kalmadı ama, “Dünya Barış Günü” denilmiştir. İnsanlığın yaratmaya başladığı en parlak umuda karşı yürütülen en yaygın ve en vahşi savaşın, aynı anlama gelmek üzere, en gözü dönmüş toplu azgınlık ve katliamın, azgınların perişan edilip süpürülmesiyle sona erdirilmesine göndermeyle söylenmiştir.

Sonra bizim 10 Eylülümüz vardır. Kurtuluş için kalkışmış Anadolu halkına katılmaya karar veren atalarımızın, sonu ne olursa olsun, yola koyuluşunun başlangıcı sayılır. Simgedir, başka birçok çıkışın da başlangıcı olduğu söylense, yanlış olmaz.

Elli yıl önce, araya hemen ertesi gün girmişti. Bize göre dünyanın taa öbür ucunda, adına Şili derler bir yerde, kara suratlı kara gözlüklü bir yaratık ülkesindeki aydınlık yüzlülerin aymazlığından yararlanıp en az yüz yıldır dünyamızın bütün kötülüklerinin koruyucusundan aldığı destekle hayallerin yıkılışına öncülük etmiştir. Hayaller sadece oraların değil, bütün dünya devrimcilerinindir ve resmi adı “barışçıl geçiş imkânı”dır.

Bu noktada Eylül günlerinin öyküsüne bir kişisellik katabiliriz.

Neruda’nın ülkesinin başına getirilenlerin üzerinden on yıl kadar bir süre geçmişti. Ankara’da, Tunalı Hilmi’deki bir salondaydı galiba, politik sinemanın ustalarından Costa Gavras’ın “Kayıp” (Missing) filmini seyrettiğimi hatırlıyorum. Şili’ye gittikten sonra bir daha haber alınamayan gazeteci oğlunu aramaya çıkmış Amerikalı bir babayı anlatıyordu. Berbat Holywood komedilerinin değişmez oyuncularından Jack Lemmon’ın etkileyici oyununu şaşırarak izlemiştim. Asıl unutamadığım, filmin sonuna doğru kendimi salondan dışarı atmaktan güçlükle alıkoymama yol açan karabasan duygusuydu. Sokağa çıktığımda “Oh be, dünya varmış!” diye derin bir soluk almıştım.

Burada her biri “oysa” diye başlayan iki paragraf yazmak durumundayım.

Oysa, anlaşılması güç bir aldanmayla feraha çıkmış sandığım o sokak, o sokağın içinde bulunduğu kent ve ülke de çok farklı değildi. Filmde de Şili’deki vahşetle ilgili çeşitli fotoğraflarda da unutulmaz bir görüntü vardı: Bir stadyumun ortasına toplanmış bir insan kalabalığı, çevrelerinde silahlarını onlara doğrultmuş askerler… Vardı da, biz aynı görüntüyü tam iki buçuk yıl önce, 1971 yılı Mart ayının beşinci gününde yaşamıştık. Kaçırılan Amerikan askerlerini arama gerekçesiyle ODTÜ’ye büyük bir baskın düzenlenmiş, yurtlarından çıkarılan öğrenciler “Devrim” stadyumunda toplanmışlardı. Çevrelerinde tıpkı iki buçuk yıl sonra dünyanın öbür ucunda olacağı gibi, silahlarını onlara doğrultmuş askerler. Sonra kapalı spor salonuna tıkıldık. Orada geçirilen bir geceden sonra rektör Erdal İnönü’nün üniversite kafeteryasının emekçilerine hazırlattırıp dağıttırdığı birer tas sıcak çorbanın epey hatırı olmuştur, doğruya doğru. Bununla birlikte, o hatırın kırk yıl sürdüğünü söylemek mümkün görünmüyor. Sadece 22 yıldan biraz daha uzun sürmüş ve eski rektör babamızın Madımak Katliamı sırasında sergilediği sessiz, beceriksiz koalisyon ortaklığından sonra hatır matır kalmamıştır.

Şimdi, ikinci “oysa”ya geliyorum.

Costa Gavras’ın filmini seyretmeyi güçlükle tamamlayıp kendimi dışarı attığımda pek de öyle “dünya varmış” denilecek bir ülkenin sokaklarına çıkmış olmadığımı bir an için unutmuştum sanki. Oysa,  o sahte ferahlık anından aşağı yukarı iki yıl kadar önce, yine bir Eylül ayının on ikinci gününde, ülkenin burjuvazisi elindeki bütün kurumları ve güçleri harekete geçirerek 1971 yılında başlatıp yarıda bıraktığı işi tamamlamak üzere saldırıya geçmişti. O toplu ve sistematik saldırı sırasında içeri tıkılan on binler değil, yüz binlerce insandan biri olarak Mamak’ta iken, bu dediğim Mamak Askeri Ceza ve Tutuk Evi oluyor, özel olarak eğitilmiş rütbesiz komutanlarımızdan biri ötekilere hiç benzemiyordu. Anlaşılan, ötekiler kadar çalışkan bir öğrenci değildi, bir tür kalite kontrol kaçağı denebilir. Ufak tefek, sevimli suratlı bir çocuk. Çocuk diyorum, çünkü koğuştaki yaş ortalamasının en az 10 yaş altındaydı. Sesini hiç yükseltmez, yükseltemez, hiç eksik etmemesi öğretilmiş sıra dayağını sevdiği çocuklarına sıkı terbiye vermeye soyunmuş sert baba sevecenliğiyle gerçekleştirir; yakında rütbeliler yoksa, büsbütün boş verirdi. Ben onu Nemeçek’e benzetirdim. Hani şu, geçen yüzyılın büyük Macar yazarlarından Ferenc Molnar’ın olağanüstü sevimli romanı “Pal Sokağı Çocukları”nın kahramanlarından. Önce, çocuk yaşlarımda, 40’lı yılların Milli Eğitim Bakanlığı klasiklerinden çıkmış çevirisini okul kütüphanesinden alıp okuduğum, sonra kendi çocuklarımdan başlayarak, aşağı yukarı otuz yıl boyunca, birçok arkadaş çocuğuna armağan ettiğim kitap. Oradaki Nemeçek, her biri değişik rütbeleri olan ordunun içinde, tek rütbesiz erdi. Bizim komutan Nemeçek ise dudağının kenarında zor zapt ettiği gülümsemesi ile dolaşan, koca koca adamlar kendisine “komutanım” diye seslendikçe gülümsemesi hoşnutluk mu alay mı anlaşılmaz bir gülüşe dönüşen, iyi eğitim görmüş toplama kampı personeli arasında sıradan bir halk çocuğu işte, tiksinç bir tasarımın içinde gözden kaçmış bir insani figür…

Bundan biraz önce olmalı, bir de bizim Eylül dergisi girişimimiz vardı. Pek o kadar ete kemiğe bürünmemiş bir girişim demek daha doğru olabilir: 12 Eylül istibdadının başlarındaydık, sadece 11 sayı çıkarabildiğimiz Sosyalist İktidar dergimiz toplu kıyıma uğrayarak yayımlanamaz duruma gelmişti. Toplu kıyım dediğim, özel bir yasaklama gelmemişti ama, istisna tanımayan bir genel yasaklamaya uğramıştı. Kulakları çınlasın diyeceğim de hâlâ çınlıyor mudur, bilinmez, bizim Yalçın Hoca ve birkaçımız daha bu adı taşıyan, kültür-sanat ağırlıklı bir periyodik yayın çıkarabiliriz demiştik. Sanat derken daha çok edebiyat, kültür ise kıyısından köşesinden siyasal konulara da değinmeler. Döneme özgü bir legal yayın. Mehmet Rauf’un bence yanlış olarak “psikolojik roman” diye bir tuhaf kategori içinde anılmış romanını inceleyen bir yazının da içinde olduğu ilk hazırlıklar yapıldı. Ama, esas olarak, bizim hocanın sık sık öne sürdüğü, pek de gerçeklerle bağdaşmayan “para sıkıntımız olmaz” iddiasını boşa çıkaran güçlüklerle  bağlantılı nedenlerle  gerçekleştirememiştik. Başarabilseydik, en azından birkaç sayı çıkarabilir, o arada sıkıyönetime bir iki arkadaşımızı da kaptırırdık. Ama onların başka Nemeçeklerle karşılaşma olasılığı sıfıra yakın olurdu herhalde.

Eylül ayının güzellikleri içinde, hem de biraz önce lanetle andığım 11 Eylül günlerinden birini sayabilirim saymasına da, kişiselleştirmenin o kadarı çok olur, o da bende kalsın, demem daha doğru görünüyor.

Bir de, fazla ortalamacı davranmadan, kıssadan hisse yazmayı deneyebiliriz: Her ayın kendine göre güzellikleri vardır. Güzellikleri çoğaltıp çirkinlikleri yok etmekse, o ayların yanı sıra daha neleri yaratan insanın bilinçli, ortak eylemine kalmıştır.