Cumhuriyet nesnel olarak ona sahip çıkması gerekenlerin yeterince büyük bir çoğunluğu bunu yapmadıkları ya da yapamadıkları için yıkılmaya yüz tutmuştur.

Cumhuriyet bizimdir

İyi de, biz kimiz? Biz derken kimleri anlatmak istiyoruz? Sosyalistleri, komünistleri, tümünü kapsayan bir sözcük olarak kullanılırsa, devrimcileri mi? Cumhuriyetin sahibi olanlar arasında bunlar var kuşkusuz, bu sözcüklerle somutlaştırabileceklerimizin oluşturdukları bir kitle var. Ama hepsi o kadar değil. O sözcüklerle anlatılabileceklerden çok daha büyük bir toplamdan söz ediyoruz burada.

Ancak, ne olursa olsun herhangi bir “şey”e sahip çıkmak ile sahip olmak arasında fark  atlanmamalı. Her günkü insan davranışları ve onlara ilişkin bir uyarı dolayısıyla bu farkın önemi sık sık karşımıza çıkar. Kimi zaman çevremizdeki insanlar ya dikkatsizliklerinden ya da sakarlık dediğimiz özellikleri yüzünden, ikide bir, ellerini kollarını sağa sola çarpar, birtakım nesneleri kırar döker, zarar verirler. Bu tür durumlarda onlara “eline koluna sahip çık” diye uyarıda bulunuruz genellikle, ya sevecenlikle ya da, çok yineleniyorsa, kızgınlıkla… Burada uyardığımız kişinin iki ele, iki kola sahip olduğu bellidir. Eksik olan ve uyarıya yol açan, onlara sahip olduklarını bilmezmiş gibi davranmaları, onlara sahip olmanın gereğini yapmayarak çeşitli olumsuz sonuçlara yol açmalarıdır; kısacası, sahip çıkmamalarıdır.

Cumhuriyetimiz için, onun çok da yeni sayılamayacak bugünkü durumu için böyle bir benzetme yapılabilir, sanıyorum. Cumhuriyet nesnel olarak ona sahip çıkması gerekenlerin yeterince büyük bir çoğunluğu bunu yapmadıkları ya da yapamadıkları için, yine onun içinden çıkan, ama onun üvey evlatları, belki de daha doğru bir deyişle, gayri meşru çocukları sayılabilecek unsurların çok uzun sürmüş saldırıları sonunda yıkılmaya yüz tutmuştur. O kadar ki, bu yüz tutma deyişi pek aşırı bir iyimserliğin anlatımı olmaktadır artık.

Nesnel olarak sahip çıkması gerekenler derken anlatmak istediğim şudur: Bir yandan başlangıç ya da kuruluş aşamasının koşulları düşünüldüğünde, öte yandan bugün gelinen noktadaki birçok gösterge açısından, cumhuriyet geniş emekçi kitleler için hem yıkıcı güncellikten sağ salim çıkabilmenin hem de daha karanlık bir gelecekten kaçınmanın çaresi durumundadır. Bu nesnel temel üzerinde farklı toplumsal katmanları barındıran geniş emekçi kitlelerin laiklik, tam bağımsızlık, kamuculuk biçiminde özetlenebilecek ilkeler doğrultusunda birleşmeleri az çok mümkün olabilmiştir. Benzer bir kurtuluş ortaklaşmasının bugün de imkânsız olmadığı ileri sürülebilir. Emekçi sözcüğüyle anlatılabilecek toplumsal sınıf ve katmanlar ile onların ideolojik-siyasal temsilcilerinin cumhuriyetimizi mutlak bir çöküşten kurtarmak üzere ortak hareket etmeleri gündemdedir; henüz değilse bile yakın bir gelecekte gündeme girip ilk sıralara yerleşmesi ciddi bir olasılıktır.

Bu olasılığı ciddiye almak, temelsiz bir iyimserlik sayılmaz. Yazının başında değindiğimiz ve devrimci sosyalistler genel başlığı altında toplanabileceklerle onlardan çok daha büyük bir kitle oluşturduklarını söylediğimiz öteki cumhuriyetçiler, onların içerideki ve dışarıdaki temsilcileri arasında, zaman zaman irkiltici düşmanlıklar da ortaya çıkabilmiş olsa bile, birlikte mücadele imkânlarının yaratılabildiğini biliyoruz.

Emperyalizme ve kapitalizme karşı

Bir zamanlar, bizim gençliğimizde, Mustafa Kemal Paşa’nın bazı sözlerini çokça yinelerdik. Örneğin, Meclis’te 1 Aralık 1921 tarihinde yaptığı konuşmada şöyle diyordu Paşa: “Halkçılık, nizam-ı içtimaisini sayine, hukukuna istinad ettirmek isteyen bir meslek-i içtimaidir. Efendiler! Biz bu hakkımızı mahfuz bulundurmak, istiklâlimizi emin bulundurabilmek için heyet-i umumiyemizce, heyet-i milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece mücahedeyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız.”

Emperyalizm bizi mahvetmek, kapitalizmse bizi yutmak istiyor; biz her ikisine karşı hep birlikte savaşmayı uygun ve yerinde gören bir düşünceyi izleyen insanlarız diyordu açık açık. Her ne kadar, bu sözlerin hemen ardından, sizinki ne demokrasiye ne sosyalistliğe benziyor diye itiraz edilse de önemi yok demeye getirilerek söz “Biz bize benzeriz.” deyişine bağlanıyorsa da onun üzerinde durmaz, emperyalizm ve kapitalizm karşıtlığının açıklanışını vurgulardık.

Öte yandan, Lenin’in Kasım 1921’de Ankara’ya genç sosyalist devletin elçisi olmak üzere gönderdiği Aralov’a verdiği öğüt ve direktiflerden de kendisinin anılarını okumuş olduğumuz için haberimiz vardı. O günün koşulları ve yol boyunca yaşadıkları yüzünden Kemal Paşa’ya güven mektubunu sunması 30 Ocak 1922’yi bulan Aralov, Dış İşleri Halk Komiseri Çiçerin’le birlikte Lenin’i ziyaretlerini şöyle yazmıştı:

“Vladimir İlyiç yerinden kalktı, masasının arkasından çıktı, (…) ‘Demek böyle azizim’ dedi, (…) ‘Şimdi size büyük bir iş veriliyor. Türkiye’de yararlı çalışacağınızı umuyorum. Türkler, ulusal kurtuluşları için savaşıyorlar. Bunun için Merkez Komite, askerlik işlerini bilen birisi olarak sizi oraya gönderiyor. Emperyalistler Türkiye’yi soyup soğana çevirdiler, hâlâ da soyuyorlar. Köylüler ve işçiler buna katlanamadılar ve başkaldırdılar. Sabır bardağı taştı; gerek Doğu halkları gerek biz emperyalist kurtlara karşı savaşıyoruz. Sovyet Rusya emperyalistlerin işini bitirdi, onları bozguna uğrattı ve memleketten kovdu. Onların dişlerini söktük, keskin tırnaklarını vücudumuza geçirmelerine izin vermedik.”

‘Mustafa Kemal Paşa, tabii ki sosyalist değildir,’ diyordu Lenin, ‘ama görülüyor ki, iyi bir örgütçü, yetenekli bir komutan, burjuva-ulusal devrimini yürütüyor, ilerici bir insan, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist devrimimizin önemini anlamış olup, Sovyet Rusya’ya karşı olumlu davranıyor, o, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum. Halkın ona inandığını söylüyorlar. Ona yardım etmek, yani Türk halkına yardım etmek gerekiyor. İşte, sizin işiniz budur. Türk hükümetine, Türk halkına saygı gösteriniz. Büyüklük taslamayınız. Onların işlerine karışmayınız.”

Dostluk ve yardımlaşma

Aralov’dan Lenin’in öğütlerini aktarmaya biraz daha devam edelim:

“Gerçi kendimiz de yoksul isek de Türkiye’ye maddi yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız gereklidir. Moral yardımı, yakınlık, dostluk, üç kat değeri olan bir yardımdır. Böylece, Türk halkı yalnız olmadığını hissetmiş olacaktır. İngiliz işçileri ve öteki ülkelerin işçileri bize yakınlık gösterdikleri, grev yaptıkları, bizimle savaşan Polonya’ya gönderilmekte olan silahları gemilere yüklemedikleri zaman, bu bizim için büyük bir yardımdı. Bu bize mücadelemizde büyük bir güç katmıştır. Bundan işçilerimiz büyük bir moral güç kazanmışlardır.’

Lenin, sözlerine devam ederek, ‘Çarlık Rusyası, yüz yıllar boyunca Türkiye ile savaşmıştır,’ dedi, ‘bu elbette halkın belleğinde derin izler bırakmıştır, bu halkın içinde Rusya’nın, Türkiye’nin amansız düşmanı olduğuna ilişkin propaganda yapılmıştır. Bütün bunlar, Türk köylüsünde, küçük ve orta mal sahiplerinde, tüccarlarda, aydınlarda ve idareci çevrelerde Ruslara karşı dostça olmayan duygular ve güvensizlik uyandırmıştır. Bilirsiniz ki, güvensizlik yavaş geçer. Bunun için de sabırlı, dikkatli, ihtiyatlı bir çalışma gerekmektedir. Eski Çarlık Rusyası ile Sovyet Rusya arasındaki ayrımı, sözle değil işle göstermek ve anlatmak gerekmektedir. Bu bizim ödevimizdir. Siz de bir elçi olarak, Sovyet Rusya’nın, Türkiye’nin işlerine karışmamak politikasının, halklarımız arasında samimi bir dostluğun savunucusu olmak zorundasınız. Türkiye, bir köylü, bir küçük burjuva ülkesidir. Sanayisi çok azdır. Olanı da Avrupalı kapitalistlerin elindedir. İşçisi çok azdır. Bunu dikkate almak gerekmektedir. Bir kez daha tekrar ediyorum, dikkatli ve sabırlı olunuz! Hükümet temsilcileriyle, halkla konuşmalarınızda her zaman nazik ve güler yüzlü olunuz! Tanrı sizi kibirden korusun!’

Lenin bu sözleri söyleyince gülümsedi, Tanrı’nın elbette bu işle bir ilgisi olmadığını ekledi ve sözlerine şöyle devam etti, ‘En önemlisi halka saygı göstermektir. Emperyalistlerin yağmacı, istilacı politikalarına karşılık bizim, hiçbir çıkara dayanmayan dostluk ve memleketin iç yaşamına karışmama durumumuzu açıklayınız! İşte sizin ödeviniz!… Ne gibi yardımlarda bulunacağımızı da bildirelim; en kuvvetli bir olasılık silah yardımında bulunacağız. Gerekirse başka şeyler de veririz.

Dil öğreniniz. Basit insanlarla, toplumda tanınan insanlarla görüşünüz, Çarlık rejiminin elçileri gibi kendinizi, çitlerle, kale duvarlarıyla emekçi halktan ayırmayınız! Çarlık elçileri, büyük vezirleri, memurları rüşvetle satın alıyorlardı. Bu bizim işimiz değildir. Biz, halkla dostluk kurmalıyız.”

Kurtuluşları için mücadele eden halklar arasındaki dostluk ve yardımlaşma ilişkisini çok iyi anlatması bakımından, geçmişte kalan bir belge olmanın ötesinde günümüze de ışık tuttuğu için alıntıyı fazla uzattım.

Burada sözü edilen silah ve başka yardımların gerçekleştirildiğini de biliyoruz. Yeri gelmişken, eski bir maliye müfettişi olan Alptekin Müderrisoğlu’nun Kurtuluş Savaşının Mali Kaynakları adlı kitabını ilgilenenler için hatırlatmadan geçmeyelim.

Cumhuriyetin ilanından sonraki destek ve yardımlar içinde Başbakan İsmet İnönü ve beraberindeki bir heyetin Nisan-Mayıs 1932’deki Moskova ve Leningrad ziyaretleriyle başlatılabilecek bir dönem boyunca, 1934-38 yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın hazırlık ve uygulama çalışmalarının yanı sıra o dönemde kurulan önemli sanayi işletmelerini anmakla yetinebiliriz.

Yeni bir cumhuriyet için

Bir yeni cumhuriyet ihtiyacının açıkça görülür duruma geldiği yeterince anlaşılmış olmalıdır. Bu cumhuriyetin yeniliğini ve sağlamlığını güvence altına alacak başlıca iki koşuldan söz edebiliriz.

Birinci koşul, eskisinin geride kalan yüz yıl boyunca artan bir aymazlıkla sürdürdüğü kendi ayağına kurşun sıkma olarak adlandırılabilecek davranış biçiminden kurtulmaktır. Bunun için dostu ve düşmanı doğru ayırt etmenin vazgeçilmezliği ne kadar vurgulansa yeridir.

İkinci koşulsa, ülkemizde yaşayan  emekçi sınıf ve katmanlar açısından gerçekten yeni bir cumhuriyetin, insanın insan tarafından sömürülmediği ve baskı altına alınmadığı, eşitlik ile özgürlüğün egemen kılındığı bir toplumsal düzenin kurulabilmesine bağlı olduğunu kavramak ve bu kavrayışı yaygınlaştırmaktır.

Emekçi halkımızın “ters giden”, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya gönderdiği ünlü telgrafındaki deyişiyle “makûs” talihini yenmek, ancak o zaman mümkün olacaktır.