"Son günlerin başta gelen yurtiçi konuları bunlar. İlk ikisi ülke gündeminin hiç değişmeyen başlıkları."

Cinayetler, hukuk faciaları, bir de Cumhuriyetçi patronlar

Son günlerin başta gelen yurtiçi konuları bunlar. İlk ikisi ülke gündeminin hiç değişmeyen başlıkları. Sonuncusu ise bayramdı, yüzüncü yıldı derken gündemimize giriverdi; hem öznenin elini cebine atmaktan kaçınmayan tutumu hem de destekçilerinin kadirbilir çabaları ile…

Çok dikkatimi çektiği için haberim oldukça not ettiğim ve şimdi de başlığa çıkardığım bazılarına değineceğim.

Cinayet dediklerim, öncesinde önlemek sonrasında gereğini yapmaktan sorumlu kamusal öznelerin cinayet sözcüğünü kullanmamakta ısrarcı oldukları, kullananlardan da hiç hoşlanmadıkları olaylar. Onlara kalırsa bütün bu olaylar “kaza”. Bazıları ölerek ya da ölmeyerek olaya karışanların kusurlarından kaynaklanır, bazıları ise ne yapsan önlenemez, “takdir-i ilahi”dir.

Bu cinayetlerin “iş kazası” olduğu iddia edilenlerinden biri notlarım arasına girmiş. Ülkemiz çalışma hayatının “ne yapsan, önlenemez” olduğu söylenip duran gerçeklerindendir; çok büyük bölümünün uzun boylu uğraşmadan önlenebilecek türden olduğunu biliyoruz.

Notlarım arasında dediğim, Denizli-Aydın otoyolu inşaatında gerçekleşmiş. Orada çalışan 33 yaşında bir işçi, üzerine 2 tonluk kalıp düştüğü için hayatını kaybetmiş. Cinayetin korkunç olmayanı düşünülebilir mi? Ama bunun korkunçluk bakımından her cinayetle karşılaştırılamayacak düzeyde olduğunu düşünmeden edemiyor insan. Bir de TİT akla geliyor bana sorulursa. Bu dediğim, kulakları çınlasın bizim Yalçın Hoca’nın, o sıralar enikonu açığa çıkmış “Türk(çü) İntikam Tugayı” adlı paramiliter örgütü çağrıştırarak onlarca yıl önce uydurduğu tekstil-inşaat-turizm üçlemesi. İlk ikisi iş cinayetleri açısından da önde gelirdi. Son durum nedir, izlemediğim için bilmiyorum;  ancak inşaatın yine önde olduğundan kuşkum yok.

Bir de “trafik kazası” deyip dururuz. Aslında bunlar için de cinayet sözcüğü daha uygun düşer. Son haftalarda mı, yoksa son aylarda mı demeli, dikkatimi çeken bir durum var: Adana, Antep, daha doğuya doğru, özellikle kent kıyılarında ve kentlerarası yollarda birbirine benzer denebilecek “kazalar” ile ilgili haberler izliyoruz. Genellikle bir tır yahut bir petrol tankeri, yine genellikle “freni patlayarak” yol boyunca duran ya da hareket halindeki otobüslere, otomobillere, minibüslere çarpıyor ve üç, beş, artık ne kadarına ulaşabiliyorsa, o kadar insanın ölümüne yol açıyor. Bu tür cinayetler karşısında aklıma şöyle bir soru takılıyor doğrusu: Şu taşıtların “periyodik fenni muayenesi” dedikleri iş tümüyle özelleştirildikten sonra bu tür “kazalarda” sayıca ve şiddet açısından bir artış ortaya çıkmış olabilir mi acaba? “Araştırmacı gazeteci” denilen ve Uğur Mumcu’nun adıyla birlikte anılagelen tür için ilgiye değer bir konu sayılmaz mı?

Bütün kaza olmayan kazalara eklenen en son kategori ise asansör cinayetleri olmuş görünüyor. “Kaza” demekte ısrar edenler çıkabilir, öyle ya, onların da hatırı kalmasın, halkımızın kendi arasında çok kullandığı deyişle, bunlara olsa olsa “geliyorum diyen kaza” denebilir. Bu olayların ve o yurtlarda yaşamak zorunda olan öğrencilerin haklı isyanlarıyla öğreniyoruz ki, Aydın’daki KYK yurdunda gerçekleşen olay, uzun süredir, hem de çeşitli illerde yaşanan bir faciaya çağrı aymazlığı imiş. Üstelik, birkaç yıl önce aynı yurdun açılış töreninde nutuk atan zamanın gençlik bakanı, bize gençlerimizin barınma sorunu deyip duruyordunuz, işte size yepyeni, modern bir yurt, diyesiymiş!

Bu çürümüş düzen insanlara ölümün yanı sıra türlü eza cefayı da çok görmüyor. Anayasada yazılı olan demokratik hukuk devletinin falan gereği olmalı herhalde. Ali Rıza Aydın dünkü yazısında “Can Atalay hukuk ve yargı faciasında (…) AYM’ye başvurmadan çözülmesi gereken konu AYM kararına karşın yine çözümsüzlük kavşağında.” diyordu. Olabildiğince sürüncemede bırakılarak cezalandırma yoluna gitme kararı alındığı görülen bu başlıktaki  demokrasi ve hukuk destanı sürüp giderken, iki gün önce, iki gazeteci ile bir eski milletvekiline ilişkin gözaltı ve tutuklama kararları gündeme düştü. Buradaki “demokrasi ve hukuk destanı” sözlerini yan yana getirişimin ironik bir tutumun ürünü olduğu sanılmamalı. Yazdıklarımda ironik yanlar bulunabilir, ama şu son cümlede yok. Demokrasi kavramını ve uygulamasını toplumsal sınıflardan bağımsız olarak düşünmedikçe, burada bir ironi, kinaye ya da bunlara benzer bir ince eleştiri tonu bulunamaz. Çok doğrudan ve, istenirse şöyle de söylenebilir, çok kaba bir saldırı ya da reddediş tutumu egemendir.

Patronlara geçmeden şunu da eklemeliyim: Dün Tele 1 televizyonunda bir programa katılan kıdemli gazeteci Yalçın Doğan, bir günde gerçekleştirilen tutuklama ve gözaltı uygulamalarının, kitlelerin katılımıyla dikkat çeken yüzüncü yıl kutlamalarına bir yanıt olarak anlaşılabileceğinden söz ediyordu. Kolayca göz ardı edilebilecek bir düşünce olmadığını sanıyorum.

Cumhuriyetçi patronlara gelirsek, yüzüncü yıl dolayısıyla yeniden depreşen Cumhuriyet ve Atatürk sevdasının bir görünümü, her türlü medya organlarını coşturan reklamlardı. Bunlar, bir yandan, Cumhuriyetin talihsizliği olarak gerçekleşen “devlet eliyle kapitalist yaratma” politikasının, bir yandan, bununla birlikte yürüyen siyaset ile ticaretin el ele gidişinin ürünü olarak kabul edilebilir. Tamam da, şu son bir iki haftada karşılaştığımız, büyük patronlardan ödünsüz cumhuriyetçi ve dahi Atatürkçü yaratma çabalarına ne demeli? Bunlardan en tuhafıma gideni şu oldu: Muhalif  bilinen bir kanalda, cumhuriyetin erdemlerinden ve herkes gibi onu benimseyen “iş insanlarımız”dan söz edilirken, birdenbire, evet abartmıyorum, gerçekten birdenbire o büyük patronlarımızdan birinin, eskiden beri en büyük olanın, halkımıza kazandırıp açılışını yaptığı hayvan hastanesine geçilmesin mi? Üstelik de bir yığın görüntüyle birlikte. Ne yalan söylemeli, böyle gıcır gıcır, pırıl pırıl, her bir teşkilatı tastamam hastaneler biz insanlara da nasip olur inşallah, dememek mümkün değildi. Hayranlığımın yanı sıra, böyle haberleri bizlere sunarak ülkemizde olup biten hayırlı işleri öğrenmemizi sağlayan medya mensuplarının bu tutumunda,  bir zamanlar bizim sol camiamızı az işgal etmemiş “milli burjuva” arama, bulamayınca yaratma çabamızın hiç mi katkısı yoktur, diye de düşünmedim değil!

Her neyse, türlü türlü cinayeti de, hukuku da, demokrasisi de, cumhuriyet aşkıyla kasasını dolduran patronu da bu çürüyüp kokuşmuş düzenin ürünleridir. Biz almayalım.