'Ne çok yazıp çizdik bu konuda! Ama şunu söylemiş miydik, hatırlamıyorum: Özelleştirme, emekçilerin bugünkü zavallılığını bile çok gören vahşi bir saldırıdır.'

Bir öykü

İki genç kadın...

“Aşağı yukarı hangi yaşlarını geçmemişse, bir kadına genç denebilir?” diye anlamsız bir soruyla parantez açarak anlatıma limon sıkmakta sakınca görmüyorum; çünkü bir öykü anlatacak da olsak öykü biçeminde yazmak gerekmiyor.

Öyleyse, biraz değiştirilebilir:

Kırk yaşlarına gelmiş görünen iki genç kadın... Kapalılığı, bağnazlığı ile bilinen küçük bir taşra kentinin sokaklarında dolaşıyorlar. Akşamın alacakaranlığının düşmek üzere olduğu saatler. Hava da şöyle bulutlu, boşandı boşanacak, iç karartıcı, sevimsiz bir hava olsun. Yine de, kadınların biraz gezip tozmak istedikleri anlaşılıyor. Yorucu bir iş gününün bitimi olabilir. Daha doğrusu, ben bildiğime göre, bunu açıkça yazabilirim: Sabahtan beri sürdürdükleri işlerine ara vermişler; birkaç günlüğüne geldikleri, küçüklüğüne sığmayacak kadar sıkıntıyla dolu bu yerde bir müze gezisi yapmak niyetindeler. Sora sora yol bulmaya çalışıyorlar. Ancak, ürkütücü bir ıssızlıktaki iki yabancı ve yalnız kadının duyabileceğinin ötesinde bir tedirginlik içindeler. Tedirginlikleri, bir süredir izleniyor olduklarını fark etmelerinden ileri geliyor. İzleyen, bir adam; onları izlediğini belli etmemeye çalışıyor, ama bunu pek acemice yapıyor.

Kadınlar sonunda müzeyi bulup içeri giriyorlar. Epeyce yoksul bir müze aslında, ama müze müdürünün sabrını taşıracak ölçüde zorlanarak uzatılmış bir gezi oluyor; çünkü dışarıdaki adamın gitmiş olmasını umabilecekleri kadar bir süreyi o korunaklı mekânda geçirmek istiyorlar.

Ancak, ne çare, dışarı çıkar çıkmaz adamın karşı kaldırımda beklediğini görüyorlar. Adam birden, koşarak yanlarına geliyor. Hava iyice kararmış artık, korkudan titremekte de olsalar, sokak lambasının ölgün ışığında, yanlarında bitiveren adamın kendi yaşlarında biri olduğunu kestirebiliyorlar. Adam hızlı hızlı konuşmaya başlıyor; konuşmuyor da, yalvarıyor: “Abla, ben fabrikada işçiyim. Kusura bakmayın. Korkuttum galiba. Arkadaşlar dediler ki...

Şimdi burada durup birkaç açıklama yapmakta yarar var: Kadınlar, “işletmenin ya da işletme yönetiminin rasyonalizasyonu” denebilecek bir alanın uzmanları. O kentteki kısa bir süre önce özelleştirilmiş fabrikada, bir tür durum saptaması yapmak amacıyla danışmanlık çalışması yürütüyorlar. Bir iki gündür yöneticilerle, çalışanlarla görüşmeler yapmakta, notlar almaktalar.

“Dediler ki, siz işten çıkarılacakların listesini yapıyormuşsunuz. Çok çıkardılar bugüne kadar. Dört çocuğum var abla, kimim kimsem yok. N’olur beni listeye koymayın. Yazıverin de bir karışıklık olmasın. Benim adım, Hıdır Korkmaz.”

Biraz rahatlayan kadınlar, titremelerinin geçmesini bekledikten sonra konuşabiliyorlar ancak. Yaptıklarının çok farklı bir iş olduğunu, ayrıca öyle bir listeden haberlerinin olmadığını anlatıyorlar. Hatta, büsbütün yatıştırabilmek gibi umutsuz bir bekleyişle midir, bilinmez, “bundan sonra kimse işten çıkarılmayacak” yalanını bile söylüyorlar. Ama, yalan malan, basbayağı yatışmış görünüyor adam. “Sağolun abla. Sizinle konuştuğumu kimseye söylemezsiniz, değil mi?” diyerek uzaklaşıyor.

İki kadın üzgün, otellerine dönüyorlar. Ertesi sabah fabrikaya gittiklerinde, dile getirmeye çekindikleri bir merakla, birbirlerine bile fark ettirmemeye çalışarak o işçiye bakınıp duruyorlar; bulamıyorlar. Kimseye soramıyorlar ama, Hıdır’ın son sözleri akıllarında, nasıl sorsunlar!

Bu öyküyü ben uydurmadım. Yaşayanlardan dinledim. Eskiler, “aynıyla vaki” derlerdi; tam da öyle. Sadece birkaç mizansen ekledim; bir de, işçinin adını ben yakıştırdım.

İyi de, niye aktardım? Bilinmiyor mu sanki bunlar? Anlatılması güç bir burukluk yaşamıştım ilk dinlediğimde, sonra da burukluk yerini öfkeye bırakmıştı, ondan olmalı. Öfkenin paylaşılmadan kalması uzun sürmüyor.

Ne çok yazıp çizdik bu konuda! Ama şunu söylemiş miydik, hatırlamıyorum: Özelleştirme, emekçilerin bugünkü zavallılığını bile çok gören vahşi bir saldırıdır.1

  • 1. Not: Bu yazı, ilk kez, 16 Şubat 2001 tarihli haftalık soL dergisinde yayımlanmıştı. Aradan geçen onca yıl boyunca türlü vahşetler yaşatıldı. Artık özelleştirilecek pek az kamu işletmesi kalmış olsa bile, onlar da satışa çıkarılırsa, daha ne vahşi saldırılar görülecektir; hem oralarda çalışanlara hem o işletmelerin gerçek sahibi olan bütün emekçi halka. Buna benzer öykülerin her zaman güncel olduğunu bildiğim için 22 yıl önceden böyle bir yazıyı bulup yeniden okur önüne çıkarmakta sakınca görmedim.