'Sermayenin gasp ettiklerinin yeniden kamuya ait kılınması, kamuya ait olanın sermayeye ait olanın aleyhine genişlemesi, kamusal faydanın özel fayda aleyhine çoğaltılması esas meselemizdir.'

23 Nisan, 14 Mayıs, egemenlik

23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’dan itibaren izlediği “saraydan kopuş” siyasetinin zirve noktasıdır. Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığı günden itibaren siyasi denkleme “millet”i dâhil eder ve egemenliği milletle ilişkilendirir. Bu, egemenliğin gökyüzünden yeryüzüne indirilmesi ve tanrısal olmaktan çıkartılıp sekülerleştirilmesi demektir.

Milli Mücadele aynı zamanda “millet” adlı bir öznenin inşa edilmesinin, onun egemenliğin kaynağı olarak görülmesinin ve kendisini ancak kendisinin kurtarabileceğinin gösterilmesidir. Buna bağlı olarak 19 Mayıs’tan 23 Nisan’a uzanan süreç, sarayın karşısına yeni bir egemenlik aygıtı ile çıkılması, Anadolu topraklarında bir “ikili iktidar” durumunun şekillenmesidir; zaten Milli Mücadele’nin sonunda saray da saltanat da tasfiye edilecektir.

Cumhuriyet, saltanatın ilgası ve egemenliğin millete ait olması bağlamında tarihsel bir kopuş ve son derece büyük bir ilerlemedir ama işin bir de diyalektiği vardır; Cumhuriyet aynı zamanda bir burjuva devrimi projesidir ve bu da kapitalizmin inşası, yani sermaye egemenliği demektir. Bizde ve bütün kapitalist ülkelerde milletin, halkın egemenliği ile sermayenin egemenliği bir arada bulunur ve sermaye güçlendikçe halkın egemenliğini yutar, devleti araçsallaştırır ve kendi çıkarlarını topluma dayatır.

Günümüz dünyasında liberal demokrasilere dair asıl gerilim budur. Özellikle neoliberalizmin damgasını vurduğu son kırk yılda “demos”, yani halk, gözden silinip yitmiştir. Artık demos egemenliğin kaynağı değildir, çünkü siyasal karar alma mekanizmalarının dışında bırakılmıştır. Oy verilen ana akım partiler merkez sol ya da sağ fark etmeksizin, egemenliğin kaynağı olarak halkı değil piyasayı görmekte, piyasa tanrılarına tapmaktadır.

Bugün gelinen noktada liberal demokrasilerin “liberal” kısmı ayaktadır ama “demokrasi”den söz etmek mümkün değildir. Demos kendi kaderini belirleyecek bir özne olmaktan çıkarılmıştır, doğrudan onun varoluşunu ilgilendiren meselelerde dahi söz sahibi değildir; çünkü kararlar şirketlerin yönetim kurulu salonlarında, bankaların yatırım planlarda, sıcak paranın kâr arayışında, sermaye ile bürokrasinin bir araya geldiği toplantılarda, patron örgütlerinin hazırladığı raporlar doğrultusunda ve sermayenin egemenliği adına alınmaktadır.

Kamusal varlıkların özelleştirilmesi, yani halka ait olanın gasp edilmesi, kamusal alanların yeni kârlılık alanları açmak adına sermayeye açılması, kamunun verdiği hizmetlerin piyasalaştırılması, demokrasinin belli aralıklarla yapılan seçimlere indirgenmesi, ana akım partilerin aynı ekonomik programlara sahip olması, hepsi halk egemenliğinin sermaye egemenliği tarafından yutulması anlamına gelmektedir.

Öyle ki insan türünü ortadan kaldırma potansiyeline sahip ekolojik felaket ve 3. Dünya Savaşı ihtimali kapıya dayanmış durumdadır ve burada da asıl belirleyici sermaye egemenliğidir. Sermaye kendi çıkarları adına doğanın yıkımını ve insanlığın yok oluşunu dahi göze almıştır ve bunun için demos devre dışı bırakılmıştır; halk diye bir öznenin yokluğunda “halkın çıkarları” diye sunulan şey de kaçınılmaz bir şekilde sermayenin çıkarlarından ibaret olacaktır.

Tekrar Türkiye’ye dönelim. 12 Eylül darbesi halk egemenliği ile sermaye egemenliği arasındaki kavgada devletin nihai sözünü sermaye adına söylemesi olarak görülebilir. O tarihten itibaren bir yandan Türkiye ekonomisi yerli ve uluslararası sermayenin talanına açılırken bir yandan da halk sopayla örgütsüzleştirilmiş, sendikalar, dernekler, siyasi partiler kapatılmış, sonrasında ise halkın karar alma mekanizmalarına katılımı seçimle sınırlandırılmış, orada da seçim barajı getirilmiş, yasama yürütme karşısında zayıflatılmış, alternatif olarak ise halkın önüne tarikatlar, cemaatler konulmuş, toplum topyekûn bir sağcı çürüme operasyonuna maruz bırakılmıştır.

Bugünkü iktidar 12 Eylül’ün mantıksal uzantısıdır, onun hayallerinin gerçeğe dönüşmesidir. 70 milyar dolarlık özelleştirme ile sermaye halkın olanı gasp etmiştir. Kamuya ait ormanlar, denizler, sahiller bugün sermayenin işgali altındadır. Eğitim, sağlık, barınma gibi en temel kamusal haklar sermayenin kâr elde etme alanlarına dönüştürülmüştür. Halk çoktan bir özne olmaktan çıkartılmış, toplumsal muhalefet etkisizleştirilmiş, parlamento bir dekor haline getirilmiş, egemenlik sarayla sermaye arasında bölüşülmüş, devlet aygıtı tarikat ve cemaatlerin arpalığı olmuştur.

Bugün egemenliğin kaynağı seküler bir kolektif özne olarak ulus olmadığı gibi mekânı da Meclis değildir; egemenlik yeniden ilahi bir karakter kazanarak 23 Nisan 1920’de indirildiği yeryüzünden tekrar gökyüzüne çıkmış, dinselleşmiş ve Meclis’ten yeniden saraya dönmüştür. Sarayın ve dinselleşmenin olduğu yerde ise cumhuriyet, cumhur, yurttaş, halk, bunların hiçbiri yoktur; ümmet ya da tebaa vardır.

14 Mayıs’ta yapacağımız seçim bir yanıyla bunun oylamasıdır. Halkın yeniden siyasal denkleme dönmesi, cumhuriyetin yeniden inşası, egemenliğin gökyüzünden yeniden yeryüzüne inmesi, mekânının saray olmaktan çıkıp yeniden meclis olması için 14 Mayıs bir başlangıç noktasıdır.

Ancak tüm bunlar tek başına halk egemenliği için yeterli değildir. Muhalefetin kimi solcuların bile büyüsüne kapıldığı “bu düzeni değiştireceğiz” vaadinde bir gerçeklik bulunmamaktadır; düzen muhalefetinin bu düzeni, yani sermaye düzenini değiştirme ve dolayısıyla sermaye egemenliği ile kavga etme ihtimali yoktur.

Bu nedenle ikili görevimiz bir yandan halkın egemenliği adına halkla birlikte bu iktidarı göndermek, halk egemenliğine giden yolda bir adım atmak, öte yandan ise yerine gelecek olanların sermaye egemenliğini restore etmek, ona meşruiyet tesis etmek için yapacaklarına karşı halkla birlikte bir set çekmektir.

Siyaset halkın egemenliği ile sermayenin egemenliği arasındaki bir mücadele ise sol 14 Mayıs sonrasında da bağımsız bir ülke talebiyle, kamucu, toplumcu bir ekonomi modeli talebiyle, laiklik talebiyle siyaset sahnesindeki yerini alacak, halkla birlikte etkili bir özne olmanın, halkın kendi kaderini kendi ellerine almasının yollarını arayacaktır.

Sermayenin gasp ettiklerinin yeniden kamuya ait kılınması, kamuya ait olanın sermayeye ait olanın aleyhine genişlemesi, kamusal faydanın özel fayda aleyhine çoğaltılması esas meselemizdir. Bu aynı zamanda sermayenin egemenliğine karşı halk egemenliğinin güçlenmesi, büyümesi, hükmünü yürütmesi demektir.