Özel mülkiyetin kaldırılmasıyla evlilikte ve ailenin kurulmasında etkili olan toplumsal ilişkiler değişir. Yeni toplumda ne evlilik dini kurallar ve burjuva önyargılar nedeniyle kurulması ve sürdürülmesi zorunlu kırılamaz bir zincirdir, ne de çocuklar sadece kendi ebeveynlerin bencil bir düşkünlükle bağlı oldukları bireylerdir.

Kapitalizmin ailesi nasıl değişir?

AKP iktidarının söylem ve uygulamaları nedeniyle sık sık tartışılan aile kurumu, salgın günlerinde ev içi şiddet ve işbölümü üzerinden de gündeme geldi. Gündem olan başlıklardan biri, yalnızca Türkiye’de değil birçok ülkede, kadına yönelik şiddetin artması oldu. “Evde kal” çağrısıyla aile bireyleri ile salgın öncesine göre daha fazla zaman geçirmek durumunda kalan kadının şiddet karşısında mağduriyeti arttı. Yine salgında cezaevlerini boşaltmanın bir yöntemi olarak icra edilen infaz yasası kapsamında kadına yönelik şiddetin çeşitli formları nedeniyle hapiste yatan hükümlüler salındı ve sonuç şiddet ve cinayet vakalarına yenilerinin eklenmesi oldu.

Üzerine köşe yazıları yazılan, röportajlar ve araştırmalar yapılan bir diğer konu ise özellikle salgında evden çalışan bazı emekçi kadınların aleyhine gelişen ev içi iş bölümü oldu. Evden çalışmaya devam eden kadınlar aynı durumdaki eşleriyle ev ve çocuk bakımında aldıkları sorumluluklar açısından her zamankinden daha dezavantajlı duruma geldiler. Kadınlar hem çocukların uzaktan sürdürülen eğitimlerinin hem de evdeki yemek, temizlik gibi gündelik işlerin sorumluluğunu büyük oranda üstlenmek durumunda kaldılar. Salgın dönemi öncesinde ev ve çocuk bakımı için başka bir emekçi kadının ücretli yardımını alan daha yüksek gelirli ailelerde, ev içi iş yükü salgın döneminde artmış oldu. Aile içinde geçimsizlik ve bununla ilişkili olarak bazı ülkelerde açılan boşanma davası sayısında artış saptandığı birçok habere konu oldu.1

Salgın günlerini evde geçiren emekçi kadınlara kalan bu bakiye doğru elbette. Yüzyıllardır ev işi ve çocuk bakımı konusunda “doğalında” sorumlu olduğu düşünülen kadınların salgın döneminde artan iş yükü ile birlikte sıkıntıların arttığı aşikar. Dolayısıyla kadınların gündelik hayatına içkin oldukça haklı bir dizi yeni soru sorulmaya başlandı. Ancak cevaplar ve analizler büyük oranda eksikli ya da yanlış kurgulanmaya devam ediyor. Bazı aktivistler salgın döneminde daha görünür olan kadının “görünmeyen” ev emeğinin ücretlendirilmesi talebini yeniden gündeme getirmeyi tartışırken, akademi camiası salgınla birlikte kadınların ezilmişliğine dair yepyeni “parçalı” tezler üzerine çalışmaya başladı. Bu yazının amacı köklü bir dönüşüm önermeyen, düzen içi bazı mevziler elde etmekle yetinen kadın muhalefetinin ya da kadınların yaşamını türlü yönleriyle bütünden kopararak ele alan akademik çalışmaların üzerine bir tartışma yürütmek değil. Bunun yerine kapitalizmin ailesine ve bu ailenin nasıl değişebileceğine dair giderek artan bütünlüklü bir bakış ihtiyacına kısmen bir karşılık üretmek amaçlandı. Kapitalizmin ve gericiliğin üzerine durmadan söylemler ürettiği, ekonomik krizlerin ve siyasi muhalefetin yükseldiği dönemlerde yoğunlaşan tartışmaların konusu olan ailenin toplumsal olarak işlevini, bu işlevin tarih içinde nasıl ve neden değiştiğini ve geleceğin toplumunda ailenin nasıl biçimleneceğini ele almaya çalışacağım.

Kutsal aile ve annelik övgüsü

Bugün aile denilince akla yaşanan güncel gelişmelere bağlı olarak birbiri ile ilişkili görülmeyen pek çok konu geliyor. Geçen yıl bir gündüz kuşağı televizyon programında düzenin gericiliğinin eseri, içerisinde cin kovalamadan tehdite, tecavüzden cinayete her türlü çürümüşlüğü barındıran Palu ailesinin atipik öyküsünü izledik örneğin ve hemen ardından bu ailevi ilişkileri cumhuriyetin kuruluş paradigması ile ilişkilendiren bir akademisyenin tezlerini okuduk.2 Geçtiğimiz aylarda ise ekonomik kriz koşullarıyla birlikte geçim sıkıntısı yaşayan kardeşlerin evlerinde toplu intiharını ve peşi sıra borçlu bir babanın çocukları ve eşini zehirledikten sonra kendini öldürmesini konuştuk. Ve çok yeni eşini bıçakladığı için cezaevinde olan adamın, salgın döneminde çıkarılan yeni infaz yasası ile cezaevinden çıkıp çocuğunu öldürdüğünü öğrendik.3

Gündemimize sokulan bu karanlık, bir yandan eğer içinde açık bir şiddet ve çöküntü söz konusu değilse sahip olduğumuz ailenin ne denli kıymetli olduğu duygusuna kapılmamızı sağlıyor. Ailece elimizde olana sıkıca sarılmaya, birbirimize kenetlenmeye ve eğer istersek birgün dertlerinden arınmış o mutlu yuvaya sahip olabileceğimiz yanılması yaratıyor. Öte yandan aile içindeki bu şiddet ve geçim sıkıntısı asla marjinal değil. Aksine çoğumuzun neredeyse tüm hayatına damga vuran, aşmak için çaba harcadığı apaçık bir gerçek. Oysa aile işçi sınıfına yüzyıllardır işten çıkınca dinlenip rahatlayabileceği, stresini atıp mutlu olabileceği bir sığınak olarak sunuluyor. Öyle bir sığınak ki biraz daha güzelleştirmek için uğruna ömür boyu borçlanmaya, kemer sıkmaya değer!

Her gün reklamlarda bilumum tüketim maddeleriyle birlikte sıcacık evler, okullarından koşarak mutlu yuvalarına dönen boy boy çocuklar, birlikte yenilen huzurlu aile yemekleri ile bir hayat tarzı pazarlanıyor. Hayattaki yegane amacımız sevdiğimiz ailemiz ile birlikte “tatlı evimiz”de mutlu anılar biriktirmek haline getiriliyor. Ancak özellikle kriz dönemlerinde, pazarlanan bu hayallerle gerçekler arasındaki mesafe bir hayli açılıyor. Kapitalist sınıfın aile üzerindeki açık ya da örtülü türlü baskıları giderek daha fazla hissediliyor. Gerçekler, ödenemeyen faturalar ve kredi borçları, eğitim giderleri karşılanamayan ve istismara terk edilen çocuklar, aile içi baskı ve şiddet haline geliyor. Aile idealize edilmiş bir hayalden bir türlü uyanılamayan bir kabusa dönüşüveriyor.

Tüm dünyada zedelenen bu aile imajını yeniden ve yeniden dizayn edebilmek için tüm kapitalist iktidarlar gibi Türkiye’nin siyasi iktidarı da her fırsatı değerlendiriyor. Düğün törenlerine katılan siyasiler evlenen her çifte zaten rızkı ile birlikte geleceğini iddia ettikleri en az üç çocuk yapmalarını öneriyor. Kadınlar için önemli her günde kürsülerden annelere övgüler diziliyor. Kadına yönelik şiddet karnesi bir hayli kötü olan gerici iktidar, karnesini kutsal aileye yaptığı övgüyle toplumsal algıda düzeltmeye çalışıyor. Böylece bir yandan geleneksel aile yapısına sahip çıkılarak topluma günlük muhafazakarlık dozu enjekte edilirken diğer yandan aile bireyleri piyasanın ihtiyaçlarına göre hazırlanıyor. 2011 yılında Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın isminin önce Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na ve nihayetinde Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na çevrilmesini de bu minvalde değerlendirmek gerek. Temel kalkınma politikası ucuz emek gücü niceliğinin fazla olmasına dayanan AKP iktidarının her fırsatta ailenin ve anneliğin kutsallığına yaptığı vurgu ile kadının ev eksenli tanımlanması kolaylaşıyor, ev dışında çalışmayan kadının saygınlığı arttırılıyor. Böylece kadının çalışması durumunda ücretinin aile bütçesine katkı düzeyinde tutulması meşrulaşıyor. Önce kadının ve sonra da doğurduğu çocukların emek gücünün ucuz olması garantileniyor.

Her türlü toplumsal değişimin hızla yansıdığı aile, aynı zamanda ideolojik tahakkümün kurulacağı ve sürdürüleceği bir üst yapı kurumu olarak piyasacılığın, gericiliğin, bireyciliğin yani kısaca kapitalizmin her zaman hedefinde bulunuyor. Bunun için geçen yüzyıla göre daha kolay dağılan evliliklerin ne olursa olsun sürmesi için her yol meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Aile karşıtlığı nedeniyle gerçekleşmese bile, artan boşanmaların Türkiye toplumunun ahlakını olumsuz etkilemesinden endişelendiklerini dile getiren muhafazakarlar, boşanmayı teşvik ettiği iddia edilen yasaları -AKP yıllarında çıkarılan İstanbul Sözleşmesi4 ve 6284 sayılı kanun- karşılarına alıyor. Yetmiyor, akıl dışı gerekçelerle boşanma sonucu kadına verilen nafakanın erkekleri mağdur ettiği iddia ediliyor. Kadınlar ellerinde kalan birkaç kazanıma daha el konularak mağdur olduklarında bile evliliklerini sonlandırmaktan caydırılmaya çalışılıyor.

Peki kapitalizmin üstüne titrediği, adına bir hukuk ve ahlak tarif ettiği, yazılı ve yazılı olmayan kuralları olan, kapitalistlerin kendi çıkarlarına uygun olarak bazen geleneksel bazen de çağdaş aile olarak biçimlendirdiği bu kurum göründüğü gibi hayatımızın merkezinde ve belirleyicisi mi gerçekten? İddia edildiği gibi aileden başlayan bir eğitim ve biraz da refah seviyesinin artması ile dünya daha güzel bir yer olur mu? Hayatlarımızdaki eşitsizlik ve sınırlamalara karşı mücadelemize aileden mi başlamalıyız? Gündelik hayatımızda sıkça karşılaştığımız bu tür sorular aileyi ona şekil veren üretim biçiminden bağımsız ele alınarak cevaplandığında bizi bir çıkmaza götürür. Bu nedenle bütünlüklü bir bakış geliştirmek eşitlik mücadelesinde elzem hale geliyor.   

Üretim merkezi mi, tüketim merkezi mi?

Bu soruyu kapitalizmin ailesinin nasıl oluştuğuna bakarak cevaplamak mümkün. Bugünkü “genetik” ailenin insanlık tarihinin başlangıcından beri var olmadığını, tarım yapmaya başlayan ve yerleşik hayata geçen insanlığın sınıflı toplumları kurmasıyla birlikte soya dayalı ailenin ortaya çıktığını biliyoruz. Aile ortaya çıktıktan sonra ise biçimi sabit kalmadı, toplumlar bir üretim biçiminden diğerine geçerken yapısında köklü değişiklikler meydana geldi. Bu değişiklikler tek başına ana soylu aileden baba soylu aileye ya da geniş soy ailesinden çekirdek aileye geçişten ibaret tanımlanamaz. Sınıfların, özel mülkiyetin ve devletin oluşumuyla birlikte yeniden organize edilen toplumsal iş bölümüne uygun olarak ailenin ekonomik, sosyal ve siyasal anlamı farklılaştı. Özel mülkiyete dayalı sınıflı toplumlarda mülkiyetin miras yoluyla bir kuşaktan diğerine aktarılması aile yapısını değiştirirken, geliştirilen miras hukuku kadının ikincil konumunun sürmesinde de önemli rol oynadı.

Feodalizmin hakim üretim biçimi olduğu 16. yüzyılda ortak tarımsal üretim faaliyeti ile yaşamını sürdürebilen aile ekonomik üretimin merkezi idi. Ancak sanayileşme sonrası bu özelliğini kaybetti. Kapitalizmde hane, feodalizmde olduğu gibi aile üyelerinin çalıştığı bir işyeri olmaktan çıktı. Üretim irili ufaklı fabrika ve atölyelerde örgütlenmeye başladı. Bu majör değişiklik yanında ailenin yapısını etkileyen önemli bir değişiklik daha vardı. Kapitalistler sanayileşmenin ilk teknolojik paradigması olan dokuma makinelerini kullanan işçilerin kadın olmasını tercih ettiler. Bunda, tarımla artık geçinemeyen ailelerin kadınlarının -ve çocuklarının- çok ucuza çalıştırılabiliyor olmasının yanında kadınların evde geleneksel olarak yürüttükleri faaliyetlerden birinin zaten dokuma olması etkili oldu.

18. yüzyıla geldiğimizde dokuma, çömlek gibi sektörlerin iş gücünün ve hizmetçilerin büyük çoğunluğunu kadınlar oluştururken ev emeği faaliyetlerine hiç de yakın olmayan maden sektöründe de oldukça fazla sayıda kadın işçi çalışıyordu. Bazı sektörlerde ise doğrudan aileler çalıştırılıyor, işçi aileleri işverenin gösterdiği yatakhanelerde toplu olarak ikamet ediyorlardı. Bu çalışma rejimi ailenin yapısında hızlı değişikliklere yol açtı. Kendi konutlarında yaşayan işçi aileleri uzun çalışma saatleri nedeniyle ailenin beslenebilmesi için evde hazırlık yapacak bir vakit bulamıyordu. Hazır gıdaların üretilmeye başlaması bu sorunu önemsizleştirdi ancak yüzyıllardır kadının üstlendiği çocuk bakımı burjuvazi açısından bile önemli bir toplumsal sorun haline geldi. Bu yıllarda iyi bakılamayan ve beslenemeyen bebeklerin üçte birinden fazlası daha bir yaşına gelmeden ölüyordu. Yaşayabilen çocuklar ise yetersiz beslenme, hastalıklar ve kazalar nedeniyle cılız ve sağlıksız bireyler olarak gelişiyordu.5 İşçi sınıfının ilk kitlesel ayaklanması olan Çartist Hareket işte bu ağır yaşam koşullarına tepkinin ürünüydü. Burjuvazi çalışma saatlerini kısaltmak, kadın ve çocuk işgücünün bazı ağır işlerde kullanılmasına yasal kısıtlar getirmek durumunda kaldı.

İlerleyen yıllarda teknik ilerleme ve işçi sınıfının artan mücadele deneyimi ile üretici güçlerin gelişmesi kapitalizm için yeni gereksinimleri getirdi. Artık daha sağlıklı, vasıflı ve ‘disiplinli’ işgücüne ihtiyacı olan kapitalist sınıf, geleceğin işçi sınıfı olacak yeni nesillere daha iyi bakılmasını ve eğitilmesini tercih ediyordu. Çalışma saatlerinin kısaltılması ve yeni fabrika yasaları bunun için yeterli değildi. Kadınlarının daha çok evde kalmasının yeni nesillerin doğması ve daha sağlıklı büyümesi açısından faydalı olacağı aşikardı. Bu nedenle çıkarılan aile ücreti düzenlemesi, erkek işçiyi karısı ve çocuklarıyla daha makul koşullarda yaşatmaya yarayacak olan ek bir ücretti. Sadece babaya verilen bu ücret ile kadının ev dışında çalışmaması özendirilecek ve evde kalan kadının yeniden üretimde alacağı roller ile işçi sınıfı ailesinin yaşam standartları yükselecekti.6 Her ne kadar aile ücreti uygulaması, geliri ve yaşam kalitesini yükselteceği için işçi sınıfı için bir kazanım olsa da asıl kazançlı çıkan uzun vadede burjuvazi oldu. Aile tüketimin merkezi haline geldi ve kadının ev odaklı tanımlanmaya devam etmesini, süregiden cinsiyetler arası ücret eşitsizliğini, ev işi ve çocuk bakımının hala kadının birincil sorumluluğu olması kabulünü bugüne devretti. Üstelik işçi sınıfının küçük burjuva aile yaşantısına özenmeye başlaması ideolojik olarak da burjuvazinin işine geldi.

Bu kısacık tarihsel kesitin özeti bile, kadının ezilmişliğini, üretim ilişkilerinden bağımsız olarak nesillerdir aktarılan ataerkil gelenekler ve kültür ile ilişkilendiren feministlerin yöntemsel yanlışını ortaya koyuyor. Tarih ilerlerken toplumların geçmiş üretim biçimi ve ilişkilerine dair nüvelerini içlerinde barındırdıkları doğrudur. Ancak insanlar daima mevcut üretim ilişkilerinin dolayımladığı toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam süreçleri içerisinde var olur ve etkileşirler. Bu anlamda bugün ailedeki kadının aleyhine iş bölümünün ve kadın erkek arasında var olan ilişkinin temel belirleyicisi gerici gelenekler ve kültürel ilişkiler değil, maddi üretim ilişkilerinin ta kendisidir.

Materyalist tarih anlayışına göre tarihte belirleyici etken gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Devlet, hukuk, ahlak, din ve kültür gibi üstyapı kurumları altyapıyı oluşturan mevcut üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin kararlılığını ve devamlılığını korur.7 Buradan hareketle kadınların toplumsal olarak ikincil konumda olmasının, toplumsal üretimde ve aile içinde aldıkları roller ile yakından ilişkili olduğu doğru olsa da bu rollerin oluşmasında etkili olan şey iktidarın “eril” olması değildir. Erkek egemen kültür erkeğin kadının ezilmesinden sağladığı somut çıkarlar nedeniyle değil, sömürünün sürmesine sağladığı fayda nedeniyle  devam etmektedir.

Özetle, kadın ve erkeğin üstlendikleri -ya da dayatılan- bugünkü cinsiyet rolleri kapitalizmde emeğin yeniden üretimi için yapılan iş bölümünün bir sonucudur. Kadının aleyhine olan bu işbölümü kapitalist sömürünün devam etmesini sağlar. Ailede ve toplumsal yaşantıda kadın üzerinde kurulan baskı, sömürünün nedeni değil sonucudur.8 Bu denklemi tersinden kurmak, sorunun odağına yerleştirilecek ve değiştirilmesi için mücadele edilecek düşmanın ve taraflarının yanlış tariflenmesine neden olur. Düşman mevcut üretim sistemi, taraflar ise üretim araçlarını elinde bulunduran sermaye sınıfı ve bir üretici güç olarak gelişmesi engellenen işçi sınıfıdır. Çare ise hem işçi hem de burjuva kadını evde baskı altında tutan “erkek egemen” ilişkilere karşı kadınların birleşik mücadelesinden değil, işçi sınıfının sömürünün kaynağı kapitalizmi alaşağı etmesinden geçer.

İdeolojik tahakküm ve aile

19. yüzyılda Avrupa kıtası onlarca işçi ayaklanmasına, devrimlere ve hatta yetmişiki günlük bir işçi sınıfı iktidarına tanık oldu. Sendikalar, Birinci Enternasyonal, işçi sınıfı partileri kuruldu ve güçlendi. Burjuvazi işçi sınıfının kendi iktidarı üzerinde ne denli büyük bir tehlike olduğunu defalarca deneyimledi. Bu tehlikeyi bertaraf etmek için bir baskı yöntemi olarak zor kullanmanın dışında diğer bir yol, işçi sınıfını kontrol edebilmek için üzerinde ideolojik tahakküm kurmaktı. Sınıflı toplumlara ait üstyapının bir parçası olan aile, bu anlamda kapitalistlerin işçi sınıf üzerinde aile ahlakı, hukuku ve kültürü aracılığıyla tahakküm kurabilecekleri ideal bir kurumdu. Kapitalizmdeki sömürüyü ve eşitsizlikleri meşrulaştırmaya yarayan mekanizmalar aile içinde kolaylıkla kurulabilirdi.

Burada yine feodalizmden kapitalizme geçerken aile ahlakı ve hukukunda değişen şeylere kısaca değinmekte fayda var. Yukarıda da değinildiği gibi yaşamak için tarımsal üretim faaliyeti çevresinde örgütlenen feodal ailenin, dönemin yönetici sınıfları için önemi mülkiyetin ve varlıkların koruyucusu olmasına dayanıyordu. Feodalizmde bir aile kurmak için yapılan evliliği tamamen ailenin maddi çıkarları belirliyordu. Kilise ise bu evliliğin yıkılamazlığını koruyordu. Aşk ve evlilik kavramları birbirinden kesinlikle ayrıydı. Aşk sadece şövalyelik ruhunda “platonik aşk” olarak vardı ve yarattığı kahramanlık itkisi derebeyleri ve kralların çıkarlarına kullanılıyordu. Aşkta kavuşmak söz konusu değildi. Bir şövalyenin ya da derebeyinin karısının başka bir şövalyenin “gönlünün kadını” olmasında hiçbir beis yoktu.9

Feodalizmin birbirinden ayırdığı aşk ve evlilik kavramları kapitalizmde birleştirildi. Burjuvazi aşkı evliliğin temeli saydı. Bunda etkili olan elbette sınıfsal çıkarlarıydı. Zira sermaye birikimin hızlanması için sömürünün artması ve servetin korunması gerekliydi. Ve servet bekçiliği gönül bağı ile kurulmuş bir ailenin üyeleri tarafından daha iyi yapılıyordu. Böylece yaratılan aşk ile kurulmuş ideal aile evliliğin bir şirketler evliliği olması durumunda bile eşlerin birbirlerini sevdikleri izlenimi yaratmalı, imajı asla bozulmamalıydı. Evlilik dışı aşkın ahlak dışı olmasının tek nedeni ise evlilik dışı doğan çocuğun miras yolu ile sermayenin dağılmasına neden olma riskiydi.10 Kısacası tıpkı fuhuşu toplumsal algıda mahkum edip özel yasalarla düzenlemesi gibi, aile söz konusu olduğunda da burjuva ahlakı ve hukuku fazlasıyla iki yüzlüydü.11

İşçi sınıfı için ailenin yukarıdaki şekliyle bir anlamı olamazdı. Miras bırakacak herhangi bir mülkiyeti ya da varlığı olmayan işçi sınıfı çoğu kez ailesini yasal olarak kurmaya gerek bile duymuyordu. Yıllar içinde işçi kadınların çocuğun bakımı ve büyütülmesi sorumluluğunu yasal olarak baba ile paylaşabilmek için hukuken evliliğinin zorunlu hale getirilmesi talepleri dışında evlilik uzun süre işçi sınıfı üyelerine birşey ifade etmedi. Ancak sadece iktidardaki sınıfın çıkarına olsa bile egemen ideoloji toplumun tüm katmanlarını etkisi altına alır. Ortaya çıkışı itibariyle işçi sınıfına içkin olmayan burjuva aile ideolojisi işçi sınıfını da etkilemeye başladı. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte aile işçi sınıfının çalışma günü sonunda gelip dinlendiği, eğitimi devam eden çocukların ve artık çalışamayan yaşlıların ihtiyaçlarının karşılandığı, duygusal destek ve tatminin yaşandığı özelleşmiş bir birime dönüştü. İdealleştirilmiş bu aile öylesine özel ve yalıtıktı ki topluma yabancı, etkili bir bireyciliğin ve bencilliğin üretildiği bugünkü halini aldı. Ve maalesef işçi sınıfının kavuşmak için çalıştığı en öncelikli hedeflerinden artık.

Marksizmin en temel önermelerinden biri olan “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır”12 önermesi tam da burada önem kazanıyor. Burjuva ailesi yaşam tarzına bağımlılığı artan işçi sınıfı sadece ekonomik olarak değil, ideolojik olarak da sermaye sınıfının tahakkümü altına girer. İhtiyaçları ve tüketim alışkanlıkları ailede belirlenir. Evlilik öncesi çeyiz düzülmesi aşamasından evdeki tüketim eşyalarının yenilenmesine, beslenme alışkanlıklarından boş zaman organizasyonuna herşey burjuvazinin istediği gibi yeniden ve yeniden ailede benimsetilir. Dar gelirli işçi ailesi hep daha yüksek geliri olan, faturasını kolay ödeyebilen, tatiline çıkabilen, ev işlerini ve çocuklarının eğitimini satın alabilen küçük burjuva ailenin yaşam tarzına ulaşma gayreti içine girer. Daha yüksek gelirli emekçi aile elindekileri kaybetme korkusuyla daha yalnız ve bencil hale gelir. Yaratılan bu illüzyonlar yüzünden işçi sınıfı hep daha çok borçlanır, borçlarını ödeyebilmek için daha çok çalışmak zorunda kalır ve işini kaybetme korkusuyla hak gasplarına ses çıkaramaz, isyan edemez.

Kapitalizmin ideal ailesinde erkek evin direği, kadın ise evin çatısıdır. Asli görevi mükemmel bir anne ve ideal bir eş olmak olan kadının geliri hep ek gelir olarak ya da aile bütçesine destek olarak tariflenir. Bu haliyle kadının ücreti evin direği ve asli gelir kaynağı olan erkeğin ücretinin hep altında kalmaya mahkumdur. Kadın evden çalışmaya, güvencesiz ve esnek çalışma koşullarını kolaylıkla benimsemeye yönlendirilir. Böylece kolay yönetilebilir olan kadın emek gücünü ucuz olması ise kapitaliste erkek işçinin ücretini de aşağı çekme olanağı verir.

Kadınların işgücüne artık daha yüksek oranlarda katılıyor olduğu, daha geç yaşlarda evlendiği, daha az çocuk doğuruyor13 ve daha çok boşanıyor olduğu düşünülse de “yuva” kurmak işçi sınıfının kadınlarının -ve erkeklerinin- hayallerini süslemeye devam ediyor. Öyle ki eğitimine uzun yıllar emek harcamış, iyi bir ücrete ve toplumsal statüye sahip kadınlar bile zengin biri ile evlenip daha çok evde kalmayı tercih edeceklerini gittikçe daha sık dillendiriyor. Çünkü ailenin, sömürünün ve yabancılaşmanın asıl mekanı olan işyerinden uzaklaşıp sığınabilecekleri bir yer olacağını düşünüyorlar. Oysa üretim bandında başlayan sömürü ve yabancılaşma bir bütünlük içinde, ailedeki yeniden üretim sürecinde devam ediyor.

Maddi üretim ilişkileri ile sıkı sıkıya bağlı olan ev emeği ve yeniden üretim, kapitalistin el koyduğu artı değeri doğrudan olmasa da yarattığı kullanım değeri ile dolaylı olarak arttırıyor. Sınıf teorilerinin eskidiğini, kapitalizmin başka bir aşamaya geçtiğini, yeni kavram setlerine gereksinim olduğunu iddia eden liberal yaklaşım, söz konusu olan kadının sömürüsü olduğunda toptancı ve totaliter bulduğu sınıfsal yaklaşım yerine kimlik temelli bir “güncel” yaklaşımı tercih ediyor. Bu durumda tarihsel olanı yok sayan, toplumsal olanı parçalayan, sömürünün kaynağını davranışsal olaylara indirgeyen feminist teorinin kadının sömürüsünün temel kaynağını ev içi emeğe ve patriyarkal ilişkilere dayandırması bir sürpriz olmuyor. Emek sorununu öznenin gelirinin -tüketebilme kapasitesinin- artması sorunu olarak kavrayan dilbaz feminizm ev emeğinin ücretlendirilmesi kartını masaya sürüyor. Böylece reformist kazanımlar peşindeki pragmatist özne toplumsal dönüşüm için işbirliğini işaret ediyor.14 Her durumda sonuç, burjuva düşünce biçiminin bilinçlere kazınması oluyor.

Geleceğe ilham olan reel sosyalizm deneyimi

Fransız ütopik sosyalist Fourier kadınların kurtuluşunun aynı zamanda genel kurtuluşun bir ölçüsü olduğunu söylemişti. Yarım yüzyıl sonra Marx ve Engels’in kurdukları materyalist tarih anlayışı ise kadının tarihsel ezilmişliğinin altında yatan nedenlere açıklık getirdi. Dünyayı anlamaktan çok değiştirmek sorumluluğu ile kurulan bu devrimci kuram, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ile cinsiyetler arası ayrımın sona ereceğini ve kadının özgürleşeceğini işaret etti. 20. yüzyılın başında işçi sınıfını iktidarı alması ile taçlanan marksizm, sınıfsal sömürünün ortadan kalkmasıyla cinsiyete dayalı sömürünün de ortadan kalkacağını pratikte de test etti.

1917 Büyük Ekim Devrimi’nden sonra en çok merak edilen şeylerden biri ailenin sosyalizmde nasıl devam edeceği idi. Zira Komünist Manifesto’da dalga geçilen, karısını salt bir üretim aracı olarak gören burjuvazinin üretim araçlarının kollektifleştirilmesi ile kadınların da ortak kullanılacağını zannetmesi devrime kadarki süreçte sermaye sınıfının en ünlü antikomünist propaganda malzemelerinden biriydi. Bununla da yetinmeyip komünistlerin aileyi yıkmak için şiddet kullanacağını, bebeklerin annelerinden ayrılacağını söylüyorlardı.

Ekim Devrimi’nin ilk gününden itibaren çıkarılan tüm kararnamelerde kadınların eşit yurttaşlar oldukları aşikardı. Daha 1917 bitmeden çıkarılan evliliğe ilişkin kararnamede ise evlilikte ve ailede kadın ve erkeğe eşit haklar tanınıyor,15 boşanma yalnızca zenginlerin erişebileceği bir lüks olmaktan çıkarak kolaylaşıyordu. Kadınların üzerinde baskı oluşturan, değişmez sanılan dinsel ve ahlaki kabullerin kararnamelerle değiştirilmesi sadece aylar aldı. Kürtaj yasallaştı, evlilik dışı ve evlilik içi doğan çocukların yasal hakları eşitlendi. Ancak asıl mesele biçimsel bir değişiklik değil, geçmişten kalan bazı alışkanlıkların ilerici bir yıkıma uğraması gerekliliği idi. Engels Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabında kadının kurtuluşunun ilk koşulunun kadının toplumsal üretime dönmesi olduğunu ve bunun da karı-koca ailesinin toplumun iktisadi birimi olarak ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabileceğini söyler.16 Ailenin bir iktisadi birim olmaktan çıkarılması içinse öncelikle ev ekonomisinin toplumsal bir sanayiye dönüştürülmesi ve çocukların bakım ve eğitiminin kamusallaştırılması gerekir.

Sovyet Rusya komünist bir toplumun inşası için sadece üretimin değil tüketimin de planlanması ve örgütlenmesi gerektiğinin bilincinde idi. Bu amaçla hızla önemli düzenlemeler yaptı. 1918 ilkbaharından itibaren kolektif beslenme ilkesini hayata geçirdi, kamu lokantaları ve belediye kantinleri kurdu. Çünkü mutfak ve evliliğin ayrılması devlet ve kilisenin ayrılması kadar önemli idi. Tüm yurttaşların büyük sosyalist ekonomik dönüşümün parçası olması için kadınların üretici olmayan anlamsız ev işlerinden kurtulması ve toplumsal üretime katılmalarının sağlanmalıydı. Bunun için kolektif beslenme ilkesinin yanında hayata geçirilen bir başka düzenleme yeni ortak konutların kurulması oldu. Komün evleri olarak adlandırılan bu konutlarda kolektif ev idaresi yürütüldü. Elektrik ve yakıtı sağlanan, sıcak su deposu ve merkezi mutfağı bulunan konutların temizliği profesyoneller tarafından yapılıyordu. Bazılarının ortak çamaşırhaneleri, kreşleri ve çocuk bahçeleri vardı.17 Kapitalizmde çalışsın ya da çalışmasın kadına yüklenen ya da satılan köleleştirici ev işleri böylece sosyalizmde toplumsallaştırılmaya başlandı. 1922’ye kadar süren savaşın neden olduğu üretim sıkıntısı kolektif beslenmenin ve ortak konutların yaygınlaştırılması sürecini zorlaştırmış olsa da, savaş koşullarının zorluğu aynı zamanda emekçi halkın geleneklerinde radikal değişiklikler yaratan bu düzenlemeleri benimsemesinde etkili oldu. Kolektif beslenme ve kolektif ev idaresi aileyi tüketim merkezi, ev hayatını biricik yaşam tarzı olmaktan çıkarırken ailenin yaşam biçiminde devrimci değişikliklere neden oldu.

Yeniden üretimin toplumsallaştırılmasında ev işlerinin sosyalist ekonominin bir parçası haline getirilmesi kadar önemli bir diğer şey anneyi annelik sıkıntılarından kurtarmaktı. Sovyet Rusya kadını öncelikle eşit bir toplumsal varlık olarak değerlendiriyor, anneliğini ise ailesel bir yükümlülük değil toplumsal tamamlayıcı bir görev olarak ele alıyordu. Anneliği koruma altına alırken hem çalışmanın toplumsallaşmasını -kadını toplumsal üretime katıyor- hem de gelecek için yeni iş gücünün akması garantiliyordu. Annenin desteklenmesi doğum izinlerinden, geçim ücretlerinden ve analığı koruma kolejlerinden18 ibaret değildi. Yenidoğan döneminden başlayarak çocukların bakılması, büyütülmesi ve eğitiminden sosyalist devlet sorumluydu. Bilgili eğitimcilerin ve bakıcıların çalıştığı yuva ve kreşler, sağlık evleri ve yurtları kurulmuş, çocukların beslenme, giyinme ve eğitim malzemeleri ücretsiz olarak tüm çocuklara ulaştırılmıştı. Sovyet Rusya’nın ilkesi, çocukların dayanışma, yardımlaşma ve kolektif yaşama bağlılık duyguları ile yetişmesi idi.

Yarının toplumunda aile

Çocuğun her türlü bakımını ve sorumluluğunu ebeveyne yükleyen kapitalist devlet eğitimi aileyi çözmeyecek ve işgücünde ihtiyacı olan niteliği sağlayacak kadar üstlenir. Aile temel işlevi olan yeniden üretimi sürdürürken sosyoekonomik nedenlerle sürekli tökezler, kavga ve şiddet sıklaşır, bencillik ve sığlık üretir. Burjuva toplumunun en ileri düşünceye sahip ebeveynleri bile bundan sıyrılamaz, kıskanç ve tekelci sevgileri kimi zaman “süper annelik”, kimi zaman “proje çocuk” modellerinin esiri olmalarına neden olur. Yeniden üretimde işçinin ertesi gün işe gidecek kadar yenilenmesi için yürütülen, burjuva kadının muaf olduğu temizlik, beslenme ve çamaşır gibi ev işleri işçi ailelerinin kadınlarını daha da köleleştirir, dünyalarını küçültür, yaratıcılıklarını yok eder. Reel sosyalizmin deneyimi göstermiştir ki ailenin insanın gelişmesinin önünde engel olan bu özellikleri üretimin ve tüketimin planlanması ve örgütlenmesi ile hızla törpülenebilir. Gündelik yaşam tüm aile üyeleri için daha zengin, yaratıcı ve özgür kılınabilir.

Toplumsal değerlerin, ahlakın, geleneklerin oluşumunda etkili olan üretim biçimi, burjuva toplumda bencil çıkar ilişkilerine, sevgisiz yürütülen birlikteliklere zemin hazırlar. Aşk bile sevilen kişinin gönlüne ve hatta benliğine tamamıyla sahip olma dürtüsüyle yaşanır. Evlilik duygusal bir maske altında yapılan örtülü bir ticari sözleşmeye dönüşür. Aile düzenin ekonomik çıkarlarını kollayan adet ve geleneklerin yaşatıldığı çoktan yıpranmış bir ekonomik birimdir. Özel mülkiyetin kaldırılmasıyla evlilikte ve ailenin kurulmasında etkili olan toplumsal ilişkiler değişir. Yeni toplumda ne evlilik dini kurallar ve burjuva önyargılar nedeniyle kurulması ve sürdürülmesi zorunlu kırılamaz bir zincirdir, ne de çocuklar sadece kendi ebeveynlerin bencil bir düşkünlükle bağlı oldukları bireylerdir. Aile ve toplumun tüm üyeleri kendisinin olmayan çocukları da sever, yakınlık gösterir ve geleceğine özen gösterir. Aile kendi üyeleri için de devlet için de gerekli değildir, yeniden üretim kollektifleştirilmiş, gelecek nesiller güvence altına alınmıştır. Bu nedenle sosyalizmde evlilik çiftlerin gerçek bir eşitlik ve özgürlük zemininde sevgi temelli bir gönül birlikteliği olacaktır.19 Yeni aile birbirine kan bağı ile değil, ortak özlem ve amaçların, kolektif çıkarların, dayanışma ve yoldaşlığın oluşturduğu gönül bağı ile bağlanacaktır. Bu gönüllü birlikteliğin daha ötesini ise bugünden tahayyül etmek zordur. Eşit ve özgür bir dünyanın yeni insanı ancak bunu hayal edebilir.

“Sağlıklı ve serpilen çocuklara yol açın; hayata, mutluluklara sarılan, hislerinde ve sevgilerinde özgür hayat dolu gençliğe yol verin! Komünist toplumun parolası budur. Eşitlik, özgürlük, aşk adına işçi kadınları ve erkekleri, köylü kadınları ve erkekleri, insan toplumunu daha mükemmel, daha adil ve bireye hak ettiği mutluluğu sağlayacak hale getirmek amacıyla onun yeniden inşası işine cesaret ve güvenle sarılmaya çağırıyoruz”20

  • 1. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-52114849
  • 2. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof Dr Nükhet Sirmen’in Gazete Duvar’da İrfan Aktan ile Palu Ailesi vakasına dair verdiği röportajın ardından Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nin yaptığı açıklamaya http://bilimveaydinlanma.org/palu-ailesi-olayi-hangi-yontemle-ele-alinm… adresinden ulaşılabilir.
  • 3. https://sol.org.tr/haber/infaz-yasasi-tahliyeleri-kadinlar-hayatlarinda…
  • 4. https://haber.sol.org.tr/turkiye/8-marta-dogru-bir-kez-daha-istanbul-so…
  • 5. Giddens A. Sosyoloji, Kısa Fakat Eleştirel Bir Giriş, s.121, Phoenix Yayınevi, 2005.
  • 6. German L. Cinsiyet, Sınıf ve Sosyalizm, s.41-46, Babil Yayınları, İstanbul, 2006.
  • 7. Burada siyaset, ideoloji gibi egemen sınıflar açısından kapitalizmin yeniden üretimini sağlayan üstyapı öğelerinin aynı zamanda işçi sınıfı için kapitalizmi aşmanın araçları olduğunu, üstyapı ve altyapı arasındaki ilişkide -altyapı belirleyici öğe olsa da- karşılıklı bir ilişki olduğunu belirtelim.
  • 8. Smith S.Kadınlar ve Sosyalizm, s.166, Yordam Kitap, 2016.
  • 9. Kollontai A. Marksizm ve Cinsel Devrim, Proletarya ideolojisi ve aşk, s.145-6, Akyüz Kitabevi, 2001.
  • 10. A.g.e. S.147-9.
  • 11. Komünist Manifesto’da bulunan “Burjuvazi, aile ilişkisinin etkileyici duygusal maskesini sıyırıp atmış ve onu yeniden salt bir para ilişkisine çevirmiştir” ifadesi bunu destekler.
  • 12. Marx K. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 25, Sol Yayınları, Ankara.
  • 13. OECD verilerine göre 2017 yılı doğum oranları ABD’de 1,77 iken bu oranın AB ülkeleri ortalaması 1,6.
  • 14. Mojab S. Marksizm ve Feminizm, Son söz: Sınıfın aynasında toplumsal cinsiyet, s. 443-6, Yordam Kitap, 2015
  • 15. Kovalski N.A Blinova Y. P. Günümüzde Kadınların Durumu, s.29, Konuk Yayınları, 1978.
  • 16. Engels F. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s.88, Sol Yayınları, 2017.
  • 17. Kollontai A. Marksizm ve Cinsel Devrim, Proletarya ideolojisi ve aşk, s.168, Akyüz Kitabevi, 2001.
  • 18. Bugün Küba’da Hamile Evleri ile benzer bir uygulama sürüyor. Gebeliğin saptandığı andan bebeğin doğmasına kadar geçen sürede kadınlar istedikleri zaman, istedikleri kadar -isterlerse yatılı- sağlık ve destek hizmeti alıyor. Anne adayları bilgilendiriliyor, endişeleri gideriliyor.
  • 19. Kadın Sorunu Üzerine, Hep birlikte komünizmi kuracağız, s.24, TKP Broşürü, 2019.
  • 20. Kollontai A. Komunizm ve Aile, s.28, Yeni Gün Yayınları, Londra, 1986.