7 bin yıllık tarihi olup olmadığını, cihana hükmedip hükmetmediğini hiç bilmediğim Güney Afrika Cumhuriyeti belki uzaya çıkmamış ama tarihe adını şimdiden altın harflerle yazdırmıştır.

Uzay boşluğu, tarih kitabı...

Başlık yanıltmasın, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının tarihte ilk kez atmosfer dışına çıkışından söz etmeyeceğim. Bu konuda Orhan Gökdemir’in yazısını okumanızı öneririm. Kendi görüşümü özetlemek gerekirse, bu uzay macerasının Akepe rejimi bakımından “başarılı” bir operasyon olduğunu, kamuoyunun büyük bölümünü tam da arzu ettikleri şekilde “hipnotize ettiğini”, yoksullaştıran ekonomik modelin sancılarını bir süre unutturduğunu ve toplumda zaten var olan “büyüklük yanılsamasını” çok uygun ve alabildiğine “modern” bir araçla desteklediğini düşünüyorum.

Ulus yaratmak kolay değil. Tarihi, coğrafyayı, kültürü eğip bükmeniz, olmayanı oldurmanız, uymayanı uydurmanız gerekiyor. Salt Türkiye’ye özgü değil, bugün ulus diye tanımlanan birçok halkın yaşadığı bir süreç bu. 

Örnek olsun, Fransa’da “Atalarımız Galyalılar” palavrası, çok tartışılmasına, yanlışlığı bilimsel olarak ortaya konulmasına, Fransa ulusunu oluşturan ögeler içinde Cermenlerin, Romalıların, Brötonlarların, Katalanların vs bulunduğunun bilinmesine  karşın hâlâ toplumun geniş kesimlerinde kabul görüyor. Belki de o yüzden “Roma işgaline karşı direnen tek Galya Köyü’nün sakini Asteriks”in maceralarını anlatan çizgi roman serisinin yeni albümü çıktığında Fransız halkının çoğunluğunu bir heyecan dalgası sarıyor. 

Dağıtmayalım. Biz de benzer bir sendromdan yakamızı kurtaramıyoruz bir türlü. “40 yiğitle Çin Sarayını basan Kürşad” için Asteriks’in bizdeki muadili diyebiliriz. Geçenlerde katıldığım bir televizyon programında gayet kültürlü, medeni görünüşlü bir hukukçu “7000 yıllık Türk Tarihi”nden söz etti hiç yutkunmadan. Aritmetiği iyi olanlar hesaplasın, M.Ö. 5000’e filan denk geliyor. Aslında meselenin ne aritmetik, ne tarihle ilgisi var. Mezarlıktan geçerken duyulan korkuyu bastırmak için şarkı söylemek gibi şey. İhtiyaç duyuyoruz işte. Toplumsal refahın bütün göstergeleri aşağı doğru giderken “Ceddimiz dünyaya hükmetmiş” ya da “Atalarımız cihan imparatorluğu kurmuşlar” diye tekrarlayarak bir nebze rahatlamaya çalışıyoruz.  

Oysa, tarihimiz 7 bin yıl olsa ne olur, 70 bin yıl olsa ne olur? Bıkıp usanmadan ve özellikle de sinirlenmeden tane tane anlatmak gerek işin doğrusunu. Özellikle de geçmişin aydınlık ve insanca bir geleceğin temeline harç koyduğu ölçüde değer kazanacağını. 

Tarih önemli elbette. Tarihe nasıl bir not düştüğünüz ise daha da önemli. Biraz uzaktan, biraz şaşkınlıkla, çokça da inançsızlık ve aldırmazlıkla karışık bir ilgisizlikle izlediğimiz bir süreç yaşanıyor bugünlerde.

Konumuz Güney Afrika Cumhuriyeti’nin (GAC) Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) İsrail’e karşı açtığı soykırım davası. 
İsrail’in 7 Ekim’den bu yana süren katliam operasyonunda ölen Filistinliler’in sayısı 25 bini geçti. İsrail saldırısından sonra zaten karışmaya bahane arayan Ortadoğu iyice çorbaya döndü. Yine de netleşen hususlar var. Bunlardan birincisi meselenin Haçlı-Hilal savaşıyla en ufak bir ilişkisi bile olmadığı. Buna bağlı olarak netleşen ikinci unsur Müslüman nüfuslu ülkeleri yönetenlerin kendi halklarını ayakta uyutmak için kullandıkları “ümmet”in Zümrüd-ü Anka kuşu seviyesinde dahi inandırıcı olmadığı. Üçüncüsü, İsrail’in yürütmekte olduğu soykırım girişimine koşulsuz destek vermeye dayalı Batı yaklaşımının, ABD’nin 1991’den beri dayattığı hegemonyanın çöküşünü daha da hızlandırdığı. Dördüncüsü Küresel Güney diye adlandırılan ülkeler grubunun dünyanın gidişatına etki etmek konusunda daha iddialı hale geldiği.

GAC’nin İsrail’e karşı UAD’nda açtığı davayı ilk günden beri izlemeye çalışıyorum. Hepimiz gibi, benim de anladıklarım, anlamadıklarım var. Açıkçası ben de Filistin halkının meşru ve temel haklarını elde etmesi için bu sürece bel bağlamaktan yana değilim. İsrail gibi Batı sömürgeciliğinin Ortadoğu’daki uzantısı olan bir yapıyla mücadelenin salt hukuki ve diplomatik zeminde sürdürülemeyeceğinin bilincindeyim. Yine de GAC’nin bu hukuki taarruzu hafife alınacak bir konu değil.

Geçen hafta, deneyimli gazeteci Hediye Levent, UAD’nda başlayan davayı konuşmak üzere uluslararası hukuk alanında çalışan Dr. Kerem Gülay’ı 12 Ocak’ta konuk etti. Programı şuradan izleyebilirsiniz. Dinlerken hem birçok yeni şey öğrendim, hem de bugüne kadar kimi yazılarda ve televizyon programlarında büyük ölçüde akıl yürüterek dile getirdiğim kimi düşüncelerimi teyit etme olanağı buldum.

Öğrendiklerimin en önemlisi ister ayrı, ister GAC’yle birlikte Türkiye’nin UAD’na başvuru hakkı bulunduğu. Zira Kerem Hoca’nın söylediğine göre Türkiye UAD’nin diğer konularda değil ama BM Soykırım Sözleşmesi çerçevesindeki yetkisini tanıyormuş. O halde, buradan koyu renkli harflerle ve yüksek sesle yineleyelim: Akepe’nin sermaye iktidarı, İsrail’le yürüttüğü kârlı ticarete ve yapısal bağımlılığa halel gelir korkusuyla, bir yandan “soykırımcı İsrail” diye yeri göğü inletirken, bir yandan da İsrail’in alnının tam ortasına “soykırımcı” damgasını yapıştırma fırsatını kullanmamayı tercih etmiş. Demek ki tam da Akepe’den beklediğimiz gibi söylemek kolay, yapmak zor gelmiş. Şunu da ekleyelim, Türkiye’nin hâlâ GAC’nin yanında davaya taraf olma olanağı mevcut. 

Şimdi bunları öğrendiğimize göre, Filistin mücadelesini uydurma hilafet iddialarıyla bulandıranlarla, “Kudüs bizim neyimiz oluyor?” başlıklı eften püften konferanslarla halkı kandırmaya çalışanlarla karşılaştığınızda yapacağınız ilk şey, “neden davaya taraf olmuyorsunuz?” sorusunu yöneltmek olmalıdır.

Bir başka olgu yargılamanın sonuçlarına dair. GAC’nin açtığı dava esas itibariyle bir tür yürütmeyi durdurma kararı (geçici tedbir) alınmasını hedefliyor. Bunun anlamı şu: UAD başvuruyu haklı bulduğu takdirde alacağı kararla İsrail’in askeri operasyonunun belirli bir süre durdurulmasını talep edebilir. Bu süre henüz net değil ama 3 ay ya da 1 yıl olabileceği söyleniyor. Böylesi bir kararın yerine getirilmemesi halinde ne olur sorusunun yanıtı da ilginç. Karara uyulmaması salt İsrail’in değil, İsrail’in bu kirli savaşı sürdürmesini politik, askeri ve ekonomik yönden destekleyen diğer ülkelere de sorumluluk yüklemiş oluyor. 

Somutlaştırırsak, ABD, İngiltere, Almanya gibi ülkelerin yöneticileri de, desteği kesmemeleri durumunda uluslararası hukuk önünde “sanık” haline gelebiliyorlar.

Davanın özüne ilişkin bana ilginç gelen bir unsur da, Güney Afrika’nın son derece sağlam bir dosya hazırlamış olmasına karşın İsrail’in davayı Hamas şiddetini ortaya koyma vesilesinden ibaret görmesi ve yeterince ciddiye almaması. Birileri tarafından çok yanılmaz ve kusursuz kabul edilen İsrail burada büyük bir yanılgı içinde. Öncelikle Hamas UAD’nin yargı yetkisi kapsamının dışında. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nden farklı olarak UAD sadece ve sadece devletleri yargılayabiliyor. 

Benim yanılgı olarak tanımladığım bu tavrın temel sebebi, “nasılsa bana bir şey olmaz, arkamda ABD var” yaklaşımı olabilir. Dünyanın ne kadar adaletsiz bir gezegen olduğunu bilenler bakımından bunda şaşılacak bir şey yok. Yine de İsrail’in bir şekilde mahkumiyeti, ABD başta olmak üzere emperyalist Batı’nın Dünya ölçeğinde soyunduğu “norm koyucu” rolün içini tamamen boşaltacağı gibi, soğuk savaş döneminden beri anlatılan bu masala inandırılmış Batı halklarında kendi yöneticilerine karşı ciddi bir güven bunalımı ve büyük ölçekli bir meşruiyet krizine yol açacaktır. 

Böyle bir durum, Batı tezlerini bu öykü (insan hakları, demokrasi vs) temelinde savunma alanında uzmanlaşmış, sabah akşam ve ikindi vakitlerinde AB ile NATO ile yatıp kalkan malum kitle bakımından da yıkıcı sonuçlar yaratabilecektir.
İşte bütün bunlar yüzünden, 7 bin yıllık tarihi olup olmadığını, cihana hükmedip hükmetmediğini hiç bilmediğim Güney Afrika Cumhuriyeti belki uzaya çıkmamış ama tarihe adını şimdiden altın harflerle yazdırmıştır.