Ailesi, okulu, çevresi ve toplumuyla düzen içi iyileştirme, laikleştirme, bilimselleştirme, aydınlanma girişimleri, “parti devlet”e teslim olarak değil ancak sıkı bir toplumsal mücadele ve denetimle rayına oturabilir; oturtulması için de Dayanışma Meclisi’nin ilk raporunda belirtilen kararlılığın gösterilmesi kaçınılmaz.

Sömürünün dinselinde eğitim

Sömürü düzeninde devlet ve sermaye işbirliğiyle yürütülen eğitim, dinsel sömürünün alanına daha fazla girmeye başladı. Yağ lekesi gibi çoğalarak, çocukları daha anaokulundan itibaren kıskaç altına alıyorlar.

Bu tehlikeli ve acımasız yola Cumhuriyet’in laik, bilimsel, aydınlanmacı ve ilerici niteliğinden uzaklaşılarak, yasak olmasına karşın tarikat ve cemaatlere, tekke ve zaviyelere göz yumularak başlandı. 1940’lardan 1980’lere, 12 Eylül faşist darbesinden 2000’lere ve oradan da AKPli yıllara, bu yıllardaki gericilik tarihine bakıldığında yalnızca siyasal iktidarların değil düzen muhalefetinin de zikzaklar çizerek bugünleri dinsel örgütlenme adına ilmek ilmek işledikleri görülür.

Düzen içindekilerin bu konuda kendilerini temize çıkaracak kalıcı mücadeleleri, tek tük örnek dışında yok. Nihayet Anayasa ve yasalara uygun denetim yapmakla görevli ve yetkili yargı da aynı yolun yolcusu.

Darbe herkesi vuruyor ama çocukları eziyor. Ezerken de hem onların hem toplumun geleceğini karartmaya devam ediyor.

Salgın, yollarını genişletmek için bulunmaz bir fırsat oldu. Patronların emekçiler üzerindeki fırsatçılığıyla dinsel sömürücülerin eğitim alanındaki fırsatçılığı koşut. Büyükler yüz yüze eğitimden uzaktan eğitime tartışmalarıyla oyalanılırken çocuklar; 

  1. bedensel ve ruhsal olarak yıkılmaya başlıyor;
  2. ailenin çocuk üzerindeki etkisi katılaşmaya, sertleşmeye başlıyor, otorite kaybı yaşanıyor;
  3. okullu ve arkadaşlı olmayı, arkadaşla olmayı unutmaya başlıyorlar;
  4. eğitbilim ayaklar altında; 
  5. devletin (burada kamucu politikaların devletinin vurgulamasını yapalım) eğitim üzerindeki söz ve karar sahipliği eriyor, eğitimin yeniden dizaynı yıkıma gidiyor; 
  6. yıkım, eşitsiz koşullarda yaşayan ve eğitim almaya çalışan çocukların içinden sermayeye hizmet edecekleri ayıklamaya zemin hazırlıyor;  

bu maddelerle ve eklenecek daha birçok başlıkla ortaya çıkan boşluk da çok yönlü ve amaçlı olarak dinsel sömürü tarafından dolduruluyor.

Camilerde, kahvelerde, mahalle aralarında, evlerde “eğitim elden gidiyor, çocuklar elden gidiyor, laikler dinsizdir, çocukları akılla ve bilimle dinden uzaklaştırıyorlar, çocukların ahlakları ve kültürleri elden gidiyor, cehennemlik olmalarına izin vermeyin” gibi birçok safsatayla dolaşıyorlar; okula gitmeyen, gidemeyen, eğitim hakkını kullanamayan, internetten yararlanma olanağı olmayan çocuklara dalarak, ailelerine baskı yaparak tarikat ve cemaatlerine genç mürit topluyorlar.

Bir milyon civarında çocuğu tuttukları söylenirken, onlar yenilerini eklemek istiyorlar salgını ve dini kullanarak. Kendi sözcükleriyle “Osmanlı’nın sıbyan talebelerine vermiş olduğu eğitim”i vereceklerini söyleyerek 4, 5 ve 6 yaş gruplarına kadar inmeyi de ihmal etmiyorlar. Cumhuriyet’ten intikam hırsı bu örnekle bile yeterince açıklanmıyor mu?

Tarikat ve cemaatler kendi medreselerinde, kendi kollarının altında, daha kısa sürede daha iyi eğitim verileceğini söylerken bir çeşit de rekabete girmiş oluyorlar ama Diyanet İşleri Başkanlığı, camileri paylaştırdığı gibi tatlı tatlı çözer sorunu. Onlarca tarikat ve cemaatin alansal paylaşmaları var zaten. 

Kaldı ki tarikat ve cemaatler tarihleri boyunca kendilerinin yasaksız, kayıtsız, koşulsuz yaşayacağı, din özgürlüğünün tanınacağı siyasetlere hep destek verdiler. Karşılığını da, ekonomide ve kadrolaşmada olduğu gibi çocukları da paylaşarak alırlar. 

Halk arasında “manevi polis”, “ahlak polisi” rolü oynamaya kalkışırken kimi kendini bilmezlerin (!) ahlaksızlığı olursa, “geçiniz, bireysel” derler. 

Dinsellikte tarikat ve cemaat örgütlenmesi makbul. Bu ayrımdan bütünsel olarak yararlanansa sermaye sınıfı. 

Dinsele verilen her ödün ve fırsat, dinsel örgütlenmeyi artırıyor ve sömürüyü geometrik katlıyor. Piyasacı ve gerici siyaset bu örgütlenmeyi ve artışı “hazır oy deposu” olarak görüyor.

Tarikat ve cemaatler İslam dininden ayrılan akımlar olarak adlandırılıyor ama din onlarla onlar da dinle beslenmekte. Dinin devlete, siyasete ve topluma el atıp belirleyici güç olmasında da birlikte etkin rol oynuyorlar. Paranın saltanatı dinin saltanatıyla sürdürüyor sömürü düzenini.

İyice çarpıtılmış, şirazesinden çıkarılmış ama epey taraftar bulmuş laiklik tanımı olan din özgürlüğüyle ABD’nin “ılımlı İslam” projesi aynı hedefte buluşuyor: sermaye sınıfına uyumlu, aklı gölgelenmiş, uyuşturulmuş, yozlaştırılmış, safsatalarla oyalanan halk. Gülen Hareketi de gayet ekonomik bir örgütlenme olarak bu amaçla çalıştı, mevcut tarikat ve cemaatler de aynı amaçla palazlanıyor. “Kökten dinci” bir rejimin gelmeyeceği inancını taşıyan sözde “laiklik sempatizanları” da aynı amaca hizmet ediyor.

Eğitim bu bileşimin mayası, tutkalı. Daha küçücükken yakalayıp bırakmayacaksın…

Hem dinden hem din insanlarından hem de dinsel örgütlenmelerden bağımsız olarak yapılan eğitime laik eğitim; aklın ve bilimin sömürücü sınıfın emrine girmediği eğitime bilimsel, özgür ve aydınlanmacı eğitim; piyasada alınıp satılmayan, paranın saltanatına girmeyen, fiili eşitsizlikten etkilenmeyen eğitime de eşit ve parasız eğitim diyoruz.

Çocuk yetiştirme, eğitbilim, eğitim ve öğretim boşluk kaldırmıyor, hemen dalıveriyorlar bir yandan piyasa fırsatçıları, bir yandan yobazlar. 

Ailesi, okulu, çevresi ve toplumuyla düzen içi iyileştirme, laikleştirme, bilimselleştirme, aydınlanma girişimleri, “parti devlet”e teslim olarak değil ancak sıkı bir toplumsal mücadele ve denetimle rayına oturabilir; oturtulması için de Dayanışma Meclisi’nin ilk raporunda belirtilen kararlılığın gösterilmesi kaçınılmaz.

Aydınlanmanın, olmazsa olmazı laiklikle birlikte ihanetini bırakıp vahşi sömürü cephesinin karşısına çıkması için işçi sınıfıyla, emekçi halkla buluşması şart.

İnsanın insanı sömürmediği bir toplum düzeninde bunların hiçbiri olamayacak.