Sağlıkçılar haklarının ödenip ödenemeyeceğini beklerken örneğin bankalar 4,5 milyar TL net kâr açıklamıştı. Türkiye kapitalizminin başı olan tek bir holdingin kârı ise 3,5 milyar TL’yi aşıyordu. Aynı dönemde Türkiye’nin en büyük özel hastaneler zincirinin ilk üç aylık cirosu ise 1 milyar TL olarak açıklanıyordu. Tüm bunlar da hak edilmiş kârlardı! Kim, neyi, ne için ve nasıl hak ediyordu?

Sağlıkçının hakkı

Geçtiğimiz günlerde bir “kamuoyu” araştırması takıldı gözüme. İşte, şu bildiğimiz, yöntemi, nerede, nasıl, neden ve kiminle yapıldığı pek bilinmeyen ama toplumdaki “baskın” eğilimi bir biçimde yansıtan araştırmalardan birisi. Gençlere “toplumda en çok saygı duyulan meslekleri” sormuşlar. Malûm, bu hafta sonu 2,5 milyon (evet, iki buçuk milyon) genç sınava giriyor.

Saygı duyulan mesleklerde ilk sırayı “doktorluk” almış. Zaten uzun sayılabilecek bir süredir bu tür araştırmalarda açık arayla önde geliyormuş. İş “garantisi” olması, toplumda sağlığın, daha doğrusu hastalık halinin önemsenmesi bu birincilikte açık pay sahibiymiş. Ve “piyasa” başta doktorlar olmak üzere tüm sağlıkçılar için halen yeni istihdam yaratabiliyormuş. Mesela mühendislik ya da avukatlık, öğretmenlik için durum çok da böyle değilmiş. Bu mesleklerdeki istihdam seçenekleri genişlemiyormuş. Daralmıyormuş da ama genişlemiyormuş da. Araştırma böyle diyordu.

Meslek denince tabii ki soyut bir kavrama dönüşüyor ama hatırlatmak lazım belirli bir donanımla özel bir konuda nitelikli hale gelen üretici güçlerden, emekten bahsediyoruz. Herhangi bir “nitelik” gerektirmeyen emekten yüksek nitelik gerektiren emeğe kadar uzanan skalanın bir parçası yani hekimlik de. Kapitalizmde sürekli daha az nitelikli olmaya doğru türlü yollarla zorlanan bir skalanın parçası.

Bu nitelikli emek gücünün 90’lardaki sembolü “mühendislikti”. O dönemde Türkiye’nin ve dünyanın yüz binlerce “yaratıcı” beyni mühendis oldular. Onca badireye rağmen kapitalizmin tökezlemesinin örtülebildiği günlerdi o günler. Sonra 90’ların sonundan itibaren silsile halinde devam eden “ekonomik krizler” faslı başladı. Dile kolay, 20 yıl oldu; dünya halen bir gidiyor, iki geriliyor. Tüm bu sürecin içinde ilk gözden çıkarılanlar ise vasıfsızlarla yüksek vasıflılar oldu. Mühendislik birkaç tık gözden düştü.

Aynı döneme “sağlıkta dönüşüm” eşlik etti. Yani Türkiye’de sağlık hizmetlerinin, daha doğrusu “hastalık hizmetlerinin” çeşitli yöntemlerle özelleştirilmesi. Tüm “piyasa” bir yandan tekelleştirildi, deyim yerindeyse tek bir torbaya dolduruldu, bir yandan kamuda “işgücü disiplini” sağlandı, bir yandan da her şehirde en az bir özel hastane zinciri ortaya çıktı. Bir AVM, bir hastane dönemi yaşadık. Halen de yaşıyoruz.

İşte bu dönemde “hekim emeği” üzerinde denetim sağlandı. Özel muayenehaneler, yani parça başı üretim yapan küçük işletmeler kapatıldı ve özel hastane zincirlerine sosyal güvenlik kurumları üzerinden ödeme yapılabilmesinin önü açıldı. Döner sermaye ödemeleri ile kamudaki her hastane de birer “özel” işletmeye dönüştürüldü. 

Kamuda hekimler de dâhil sağlık çalışanlarının ücretleri üzerinde de kontrol sağlanırken özel sektöre görece “ucuz” emek garantisi olanağı yaratıldı. Bu sürecin önceki dönemin sorunları üzerine binen ve geniş emekçi yığınları için uygulamaların genel kabul görmesini sağlayan karmaşık sonuçları oldu. Örneğin “doktor efendi” dönemi bitti, emekçi halkımız pazarda domatesi seçemezken hastanede istediği doktoru seçebilir hale geldi. İlaca da, doktora da, hastaneye de ulaşımın önündeki “engeller” kalkmış oldu.

Ama “istenmeyen” görüntüler de bu sürece eşlik etmeye başladı. Hafta içinde Armağan Çağlayan’ın “sıradışı ve çatlak” bulup kahkahalarla eşlik ettiği hekim cinayetleri dönemi başladı. Evet, Türkiye’de hastalıkların tedavisinde manüfaktür döneminde de hekim cinayetleri oluyordu ama hem sayıca azdı hem de farklı dinamiklere (para anlaşmazlığı, vaat edilenin yerine getirilmemesi, mafyöz ilişkiler vs.) dayanıyordu. Ama bu yeni dönemde “hekim cinayetleri” Türkiye kapitalizminin en nitelikli emek gücünü bile değersizleştirmesinin bir göstergesi haline geldi.

Kapitalizmde sağlıklılık halinin ve hastalıkların farklı bir yeri, anlamı var: toplumsal zenginlik arttıkça sağlık daha önemli hale geliyor, hastalıkların önem sıralaması değişiyor. Türkiye’de de öyle oldu. Toplumsal değişim ve sağlıkta (hastalıkta) dönüşüm uygulamaları bazı hastalıkları geri plana çekerken bazı hastalıkları, hizmetleri çok önemli hale getirdi. Örneğin sezaryen doğumlar, safra kesesi ameliyatları ya da el bileğine uygulanan “karpal tünel” ameliyatları gibi uygulamalar deyim yerindeyse patlama yaşadılar. Görüntüleme tetkikleri çok sevildi. 

“Gelişen” toplum daha “gelişkin/konforlu” hastalık hizmetleri talep eder/bekler hale geldi. Ve bu beklenti hekim emeğinin ucuzlamasına ister istemez bir set oldu. Son 10 yıldır bu süreci yaşıyoruz. Sağlıkçı emeği denetim altına alındı, ucuzlatıldı falan vasıf, nitelik gerekliliği bir türlü azalmadı.

Sonra…

Sonra işte sene oldu 2020. Özel sektör aldı başını yürüdü. Türkiye’nin yılık sağlık harcaması 80 milyar doları buldu! Yani hastalıklar devasa bir pastaya dönüştü ve her şeyin üstüne korona salgını çıktı geldi. 

Birinci basamak ya da önleyici/koruyucu sağlık anlayışı kalmamıştı ama söz konusu olan sağlık olunca “en ön cephede savaşan cengâverler” muamelesi gören sağlıkçılar hem alkışlandı hem de sağlık üzerinden “ortak bir ruh hali” yaratıldı. Üstüne de “sağlık çalışanlarının hakkı ödenmez” denerek toplumun minnettarlığını göstermek için “kamuda tüm sağlık çalışanlarına” ek ödeme yapılacağı açıklandı.

Ama gelin görün ki önce “kamu” hastanelerinde çalışan herkesin “sağlık çalışanı” olmadığı ortaya çıktı, sonra da herkese ödeme yapılmayacağı, yapılsa bile herkese farklı farklı ödemeler yapılacağı anlaşıldı. Kimisi mutlu oldu bu ek ödemeden, kimisi ise hayal kırıklığına uğradı. Örneğin salgın sürecinde “pandemi hastanesi” olan üniversite hastanelerine ya ödeme yapılmadı ya da yapıldıysa bile bakanlık hastanelerinden farklı yapıldı.

Bunu üzerine kimi hastanelerde sağlık çalışanları “sağlık çalışanının hakkı ödenmez” diye ironi dolu bir eylem sürecine giriştiler. Basın açıklamaları, itirazlar, asistan hekimler tarafından sosyal medyada yükseltilen ses derken salgında hak arayışı böyle sürdü gitti. Sağlıkçı “haklı” olarak hakkını istedi. “Halkımız için seve seve çalıştık ama verilen sözler tutulmayınca kırıldık!” diye.

Ama sağlıkçılar tam da ödenmeyen haklar için farklı farklı yerlerde hem de tek bir işyerinde sayısı bir düzineyi bulan farklı farklı sendikalar, birlikler, odalar üzerinden (evet, tek bir kamu hastanesinde 12 farklı sendika olabiliyor) haklarını ararken salgın sürecinde, daha doğrusu 2020’nin ilk üç ayında şirketlerin elde ettikleri net kârlar açıklanmaya başladı. Sağlıkçılar haklarının ödenip ödenemeyeceğini beklerken örneğin bankalar 4,5 milyar TL net kâr açıkladı. Türkiye kapitalizminin başı olan tek bir holdingin kârı ise 3,5 milyar TL’yi aştı. Aynı dönemde Türkiye’nin en büyük özel hastaneler zincirinin ilk üç aylık cirosu ise 1 milyar TL’nı buldu.

Madalyonunu arkası ise böyle.

Sağlık çalışanı (ve emeğiyle geçinene herkes) hakkını ararken (ya da aramazken) ekonomi tıkırında devam ediyor. Sağlık çalışanı en küçük işletmede bile 10-12 farklı sendikaya bölünmüş olarak hakkını ararken kârlı düzen tek bir ağızdan konuşuyor. Sağlık çalışanı çeşitli mesleklere bölünmüş düşünüş biçiminden sınıf ideolojisine bir türlü geçemezken bir başka sınıfın ideolojisi meslek falan dinlemiyor. O kadar net. Açıklanan kârlar gibi. 
Ve tüm bunların ortasında insan ister istemez soruyor: sağlıkçının ödenemeyen hakkı hangi tarafa düşüyor?