Cami yok, kilise yok. Havra, tapınak, dua ve kim erkek, kim kadın tartışması da yok. Kediler de insanlar gibi memeli ama bir başka havada yaşayıp gidiyorlar. Uyum kapasiteleri oldukça yüksek. Değişen koşullara az belayla ayak uydurabiliyorlar. Kutsallık, cinsiyet belası onlarda yok ama martılarda olmayan bir şey de kedilerde var. Kedilerden başlayarak sınıflar var. Biliyorsunuz işte, ciğercinin kedisi ve sokak kedisi hesabı. Şiiri bile var. İnsanlardan armağan.

Martılar, kediler ve insanlar

Doğanın içinde yaşıyorum. Doğa dediğim bol beton, beş ağaç, biraz ot, biraz deniz, şu aralar bolca güneş ve bazen deli rüzgâr. Doğa bu. Bir de martılar var. Bütün gün, güneş tepedeyken kaybolan ve sonra güneş çekilirken çıkıp gelen. Ve sabaha kadar da susmayan. 

Kediler de var. Bol bol, kuşak kuşak. Tek bir anneden gelen. Bütün gün, güneş tepedeyken betonların arasında, ağaçların kuytusunda miskin miskin yatıp sonra güneş çekilince gelip martıları kollayan.

Ve tabii ki bir de insanlar var. Çeşit çeşit. Çoklar ama hepsi de bir farklı, hepsi ayrı çeşit. Bütün gün pek görünmeyen ve akşama doğru şöyle bir ortaya çıkıp çeşitli sosyal ve zihinsel imtihanların arasından geçerek evlerinde kaybolan insanlar. Çeşit çeşitler ama tek bir anneden ve tek bir babadan gedikleri söylenen. Hakikaten öyle mi, belli değil. Ama mitoloji öyle. İnsanların mitolojileri var, martıların, kedilerin ise mitolojileri yok işte. 

Hep beraber oradayız. Doğada. Bol beton ve üç, beş ağacın arasında. Yaşayıp gidiyoruz. Kim birbirinin farkında, kim, kimin ve de olup bitenin ne kadar farkında, çok da bilmeden. Öylece yaşayıp gidiyoruz işte.

Martılar malum, kuş. İşte bildiğiniz kuş. Kanatları var. Gagaları var. Ve uçuyorlar. Bol bol. Rüzgârı onlar kadar sevenini görmedim. Açıp kanatlarını genişliğince, kocaman, süzülüyorlar her rüzgârda. Rüzgârın hakkını martılar veriyor sanki şu dünyada. 

Kediler ise memeli. Bizim gibi. Ama bol memeli. İki tane değil. Saydığım kadarıyla yedi sekiz memeleri var. Aynı anda altı yavru emzirebiliyorlar. Hem de yılda iki kez. Ne performans! İnsan şaşırıyor. Ve güneşin keyfini onlar kadar çıkaranını da görmedim. Uzatıp patilerini alabildiğine, gerim gerim gerinip yatıyorlar saatlerce güneşin altında. Bir o tarafa dönüyorlar, bir bu tarafa. Güneşin hakkını kediler veriyor sanki şu koca dünyada. 

İnsanlar ise kanatsız ama memeli işte. Araya yüzyıllar, binyıllar, evrim girmiş. Hem biyolojik hem de toplumsal evrim. Nerelerden nerelere gelmişler. 300.000 yılda hem kanatsız uçmayı öğrenmişler hem de güneşten enerji depolamayı. Ama örtmüşler her yerlerini ve ne meme kalmış ne de kanat. Gerçi kediler gibi onlar da emziriyorlar yavrularını. Ama öyle ulu orta değil. Herhangi bir şey yapar gibi değil. Yaşar gibi hiç değil. Kediler yaşamı çekinmeden beslerken insan yaşamı örterek büyütebiliyor. 

Her şeyin bir bedeli var. Diyalektik bir bedel. Memelinin memesinin sorun olmasına, cinsiyetin ve cinselliğin dallanıp budaklanmasına kültür deniyor. Kültür, diyalektik bir çıktı. Dinamik. Değişen. Devinen.

Martının ise malum gibi öyle bir derdi yok. Memesi de yok. O bir kuş. Ama ne kuş! Çok disiplinli ve örgütlü. Böylesini görmedim. Belki başkaları, başka kuşlar, mesela kargalarda da vardır bu disiplin ama (ah, evet, onları unuttum! Onlar da var buralarda. Eylül, Ekim gibi çıkacaklar, yüzlerce olup uçacaklar) benim karşımda martılar var şu aralar. Görev bilinci ve adanmışlık içindeler. Sanki. Ben öyle diyorum ama onlar büyük bir titizlikle yaşamak görevini, işini yerine getiriyorlar. Ne kuşlar şu martılar! 

Dedim ya böylesini görmedim. Uyum olanakları çok geniş. Bizim karşı betonun çatısını her sene yavrulanacak bir alana çeviriyorlar. Öyle çalı çırpı ya da betondan ev gerekmiyor; rüzgârdan, yağmurdan kaçmak falan da çok gerekmiyor. Bizim karşı betona her yıl aynı martının yavruladığını düşünüyorum. Gelen giden anne midir, kadın mıdır, kız mıdır, baba mıdır, erkek midir ayırt etmem mümkün değil. Zaten onlar da çok takmıyorlar. İnsanlardan başka kim takar ki böyle şeyleri. Kültür demiştik di mi? Kütür kütür kültür dolu şu insanlar.

Her yıl Mart’tan Haziran’a bende aynı hayranlık. Amaç disiplini ve örgütlü adanmışlık içinde gelip yumurtluyorlar. Ne güzel. Mayıs sonu gibi yumurtadan çıkıyor yavrular. Ve Haziran başı gibi yavrular, başlıyorlar çatıda dolanmaya, kel kanatları ve kel kafalarıyla. Başlarında anneleri. Ama sanırım başlarında bir tek anneleri yok. Sanki ara ara halalar, teyzeler, dayı ve amcalar da geliyor. Belki de babadır gelip onları besleyen, martı gibi nasıl bağırılacağını gösteren. Evet! Sadece beslemekle büyümüyor yavrular, martı da olsalar. Biraz gaklama, biraz gaga hareketleri ve biraz da kanat çırpma hareketleri gerekiyor. Bir martı sanırım bunlarla martı oluyor. Kel kanatları ve kel kafalarıyla. 

Sonra Haziran ortası oluyor. Anne mi desem, baba mı desem, yoksa hala, amca, dayı, teyze mi desem? Artık ne desem! (Hatırlatırım, bir tek insanlar tasnifler böyle yakınlıkları ve ben de insanım işte.) Hepsi toplanıp başlıyorlar uçma derslerine. O ne gürültü, o ne gaklama! Günlerce sürüyor dersler, alıştırmalar, antremanlar. Bazen büyük telaş oluyor, genç, hatta daha çocuk sayılacak bir martı çatıdan aşağıya düşer gibi olduğunda ve hatta düştüğünde. O zaman da sortiler başlıyor aşağıda bekleşen kedilerin ve bizlerin kafasına kafasına doğru. Ölümüne, korkusuzca dalıyor eş, dost, akraba ve koruyup kolluyorlar yerdeki yavruyu. Bazen günlerce bekliyorlar acemi yavrunun tepesinde, her zamankinden farklı sesler çıkararak (deyim yerindeyse resmen homurdanarak, söylenerek), bir kazaya kurban gitmesin diye. Ve en sonunda hep beraber havalanıp bırakıyorlar yine kendilerini rüzgâra.

Kediler ise ayrı âlem. Mart ayını biliyorsunuz işte. Olan oluyor çeşitli miyavlamaların arasında. Gerçi bu olup biten de ayrı tantana ve ayrı bir olay ama doğa işliyor. Baba (hatta babalar) çekip gidiyor. Annede ise telaş yok, abartılı hazırlık yok; daha çok yer bulma ve güvenliği sağlama var. Bunlar öncelikli. Bir bahçenin içini farklı farklı kediler paylaşabiliyor; birkaç kuşağın taşıyıcısı olan anne sonraki kuşaklara yerini bırakıp başka bahçelere gidebiliyor. İtiş kakış ancak erkek kediler alanı sınırlamak ve kendi bölgelerini belirlemek için göründüğünde oluyor. Ama birkaç kuşağın bir arada yaşadığını, hatta kız kardeşlerin yavrularını beraber büyüttüğünü, birbirlerini karın doyurmak, yavruları emzirmek için beklemelerini, gözetmelerini görmek şaşırtıcı oluyor. Ve annelerin, teyzelerin, dayıların yeni kuşağa pati nasıl kullanılır, kuş nasıl avlanır, bahçe dışına neden çıkılmaz, hangi gölge tatlıdır, güneşin altında ne kadar yatılır gibi eğitimler vermeleri, hem de tüm bu eğitimleri ciddiyet ve sorumlulukla yerine getirmelerini görmek de şaşırtıyor.

Cami yok, kilise yok. Havra, tapınak, dua ve kim erkek, kim kadın, kim erkeksi, kim kadınsı tartışması da yok. Her şey akıp gidiyor. Kediler de insanlar gibi memeli ama bir başka havadalar. Uyum kapasiteleri yüksek. Değişen koşullara az belayla ayak uydurabiliyorlar. Tamam, kedilerde kutsallık, cinsiyet belası yok ama martılarda olmayan bir şey var onlarda. Kedilerden başlayarak sınıflar var. Biliyorsunuz işte, ciğercinin kedisi ve sokak kedisi hesabı. Şiiri bile var. İnsanlardan armağan bir şey kedilerin hayatına da etkide bulunuyor. Açık ve net: sokak kedileri daha az yaşıyor.

İnsanlara gelirsem… Tabii ki gelmeme gerek var mı? Onu da bilemiyorum ama çeşitli haller içindeler demiştim ya. Aynen öyleler işte. Güneşin, rüzgârın, martıların ve kedilerin arasında tuhaf bir düzen tutturmuşlar yaşayıp gidiyorlar. Cins cins, grup grup, sınıf sınıf. Sessizce çalışan büyük bir makine gibi çaktırmadan yaşıyorlar. Birisi ötekinin camisine el koyarken diğeri berikinin kilisesini yerle bir ediyor. Şuradaki burası benim diye bas bas bağırırken oradaki bizden olmayanlar bizi bozuyor diye yırtınıyor. Ve tüm bu itiş kakışa tarih, toplum deniyor. Makine, toplum denen makine öyle tuhaf çalışıp gidiyor. 

Ha, bu arada bir de ne mi oluyor? Etkisinin insanlardan kedilere doğru doğanın içine yayan şu sınıf işi var ya esas ne oluyorsa orada oluyor. Ve bir sınıf insanlığın kendine vurduğu kültürel, tarihsel ve toplumsal zincirleri kırmak için bekliyor.