Şimdi bir rüzgâr geçti buradan, koştum ama yetişemedim. Bütün bu çocuklar neden ölmüş öğrenemedim. Belki haşhaş çiçeğine benzer kızlar görmüştür, sevgililerini bekleyen. Bir gülüş, bir tutam saç, sevgiliye yazılmış iki satır mektup, iki damla gözyaşı alıp gitmiştir.

Eski zaman çocukları*

Gezi’de

Haziran Direnişinde

Dövüşenlere ve düşenlere….

Yaşadığım şehirleri akşamları eşkıyalar basardı. Sokakta ürkütücü postal tıkırtıları başlar, tüfekler şakırdardı karanlığı yırtarak. Bir çocuk koşmaya başladı mı vurulacağını bilirdik.

Yaşadığım mahalleleri akşamları eşkıyalar basardı. Yaşlı, sinekkaydı tıraşlı, acımasız ve kindar bir adamı dinlerdik hep beraber korku içinde. Güneş kararmadan herkes evine koşardı. Yasaktı pencerelerden bakmak. Sokakta tıkırdayan postalların üzerinden tüfekler şakırdardı. Babamız henüz gelmediyse vurulacağını bilirdik.

Gittiğim okulu akşamları eşkıyalar basardı. Yatakhaneye dalınca postallar, genç yüreklerimiz göğsümüzü delmek ister gibi çarpardı. Eşkıyanın biri aramızdan birini kaldırıp gözlerini bağlar götürürdü. Anlam veremediğimiz çığlıklar duyardık uzaklardan. Giden gelmemişse gelmeyeceğini bilirdik.

Söylediğimiz türküleri akşamları eşkıyalar basardı. Sakıncalı bulurlardı birlikte söylenmesini. Eşkıyanın biri bağlamanın teknesine bir fiske vurur, çıkan sesin sakıncalı olup olmadığına bakardı. Ama alıp götüremezlerdi türkülerimizi, biz ertesi gün yeniden söyleyeceğimizi bilirdik.

Giden gitti, ölen öldü, kalanlar yara bere içinde çıktı sabaha. Eşkıya baskınlarında büyüdük, vurulanlar arasında değildik.

Şimdi sorsalar bize, neden eşkıyalar hep sizin peşinizdeydi diye, cevabımız var mı?

Yok.

Cahit Külebi okurdu sevgililerimiz oysa. Bazılarımız ara sıra Nazım’a çalardı, hepsi bu. Kavun taşıyan kamyonlara hayrandık sevgilinin yüzü suyu hürmetine. Aslında biz sadece sevgiliyi düşünmekteydik.

O der ki bize:

Biz hep açık konuştuk.

Gökyüzünden maviydi sözlerimiz.

Sığ bataklarda değildik, kuşlar gibiydik,

Uçarıydık. Gözlerimizde

Şavkıyan parıltılar gibiydik.

Biz buğday tarlalarında buğday,

Ağu yeşili bahçelerde ot,

Trenlerde düdük sesiydik.

Yıldızlara çobandık, değirmenlere su,

Bozkırlara bulut gölgesiydik.”

Ama dediğim gibi, yaşadığım evi akşamları eşkıyalar basardı. Aralarından biri okuduğum kitapları kontrol ederdi. Bir diğeri, elbiselerimin cebini karıştırırdı. Kitap sakıncalı bulunursa gidip gelmeyeceğimizi bilirdik.

Ah, çantasında Cahit Külebi taşıyan güzel gözlü kız, sen anladın mı eşkıyanın derdini?

Kamyonlar kavun taşır ve ben hep seni düşünürdüm.” Gözlerin gözlerime değince su katılırdı rakıya. Sonra gelip aldılar, türküler yitirdim dağlarda.

Giden gitti, ölen öldü, kalanlar yara bere içinde çıktı sabaha. Eşkıya baskınlarında büyüdük, vurulanlar arasında değildik.

Şimdi sorsalar bize, neden eşkıyalar hep sizin peşinizdeydi diye, cevabımız var mı?

Yok.

Şimdi bir rüzgâr geçti buradan, koştum ama yetişemedim. Bütün bu çocuklar neden ölmüş öğrenemedim. Belki haşhaş çiçeğine benzer kızlar görmüştür, sevgililerini bekleyen. Bir gülüş, bir tutam saç, sevgiliye yazılmış iki satır mektup, iki damla gözyaşı alıp gitmiştir.

Şimdi bir rüzgâr geçti buradan, bütün acıları süpürüp gitti. Hâlâ kamyonlar kavun taşır, fakat içimde şarkı bitti.


 

* “Fena Çocuklar Zamanı” kitabından