Komünistler/sosyalistler Cumhuriyetçileri de kapsayacak yeni bir atılım eşiğinde görünüyorlar. Sonuçta, toplumda değerler çatışması yanında ciddi bir sınıf çatışmasının koşulları birlikte oluşuyor.

Cumhuriyet ve yeni konumlanmalar

Türkiye bir yol ayrımında. Hem siyaset hem ekonomi düzleminde. Siyaseti temel alırsak, hem iktidara çöreklenen Cumhuriyet karşıtı gericiler hem Cumhuriyet değerlerini korumaya, yaşatmaya ant içmiş görünen Cumhuriyetçiler hem de Cumhuriyet'i emekçi sınıfların damgasını vurarak geliştirip aşmayı hedefleyen sosyalistler kararlı görünüyor. Bu üç siyasal eğilim arasında gerçek siyasi temsilcisi olmayan tek akım, Cumhuriyet'in 100. Yılı ile ilk bakışta çelişkili görünürcesine,  Cumhuriyetçiler oluyor. Siyasi ikbalini sağcılaşma çizgisinde aramaktan iyice yorulan CHP'nin bu hafta sonundaki Kurultayı bu bakımdan da önem taşıyor. Ama her durumda komünistler/sosyalistler Cumhuriyetçileri de kapsayacak yeni bir atılım eşiğinde görünüyorlar. Sonuçta, toplumda değerler çatışması yanında ciddi bir sınıf çatışmasının koşulları birlikte oluşuyor. Şimdiki mesele buna liderlik edebilecek sol çekim merkezinin oluşması.

Aslında artık iyi bilinen bir gerçekliğimiz oldu: Cumhuriyetin kurumları ve değerleri, Anayasada halen yazılı duran hükümler de dahil olmak üzere, büyük ölçüde tasfiye edilmiş durumda. Ama dinci siyaset açısından sorun şu ki, Cumhuriyet'in ruhu tasfiye edilemedi. Seçimler de gösteriyor. 21 yıllık iktidarına, seçim hilelerine, toplumu ideolojik olarak kuşatmasına ve yargı/kolluk üzerinden uyguladığı yüksek dozlu devlet şiddetine rağmen seçmenin yarısı AKP ve mütefiklerine oy vermiyor. Üstelik Cumhuriyeti ve Cumhuriyetin simge ismi Atatürk'ü beminsemiş olanların oranı toplumun yarısını çok aşıyor. O nedenle de Erdoğan, ayaklarını sürüyerek de olsa, hâlâ Anıtkabir'in yollarını aşındırıyor. Cumhuriyet'in 100. Yıldönümünü, yani yıktığı Cumhuriyet'in 100. yılını -kutlamasa da- kerhen anmak zorunda kalıyor. Ama anarken dahi Cumhuriyet'e ve kurucularına nefretini belli etmeden yapamıyor; Kurtuluş/Kuruluş ve Cumhuriyet çizgisine ihanetin vücut bulmuş hali olan, eski rejimin son temsilcisi Vahdettin'in Köşkü'nde konumlanarak aklınca simgesel bir mesaj veriyor. İyi ki de öyle yapıyor; toplumun önemli bir bölümünün gözünde AKP rejiminin gerçek niteliğinin teşhirine mükemmel hizmet etmiş oluyor. 

İktidar partilerine oy verenlerin bir bölümünü de içeren geniş toplum kesimleri, seküler bir yaşantıyı da önemli ölçüde içselleştirmiş olan duruşlarından fazla ödün vermeye yanaşmıyorlar. Bunların önemli bir bölümü de (toplumun en azından üçte biri) Cumhuriyet değerlerini aktif bir biçimde savunma kararlılığını göstermekteler. Bu büyük bir kitle. Dinci siyasetin açmazı da burada; çünkü kendi saflarındaki militan kitleler bu oranlara ulaşamıyor. İktidarı çok uzun süredir elinde tutmasına rağmen toplumsal meşruiyetinin belirli sınırlara dayanıp sorgulanıyor olması, dinci-despotik iktidarı hırçınlaştırıyor; sosyal zorlamaları (devletin şiddet aygıtlarının baskılarını) arttırıyor; eğitimde dincileştirme basınçlarını birkaç seviye birden yükseltiyor. Din eksenli bir çatışmayı da kışkırtıyor; anamuhalefet bu mindere çıkmaktan korktuğunu, eleştiriden bile kaçındığını, hatta kendi çizgisini sürekli sağa çekerek uzlaşma arayacağını belli ettikçe daha da üzerine gidiyor. Korkunun ecele faydası olmuyor; tam tersine, Cumhuriyet'in kurucu partisi sistemin dinselleştirilmesine nesnel ve öznel olarak destek vermiş oluyor.

Ancak toplumun önemli bir kısmı iktidarın dincileştirme/muhafazakarlaştırma politikalarını kabullenemiyor; elinden geldiğince de direniyor. Laikliği korkmadan savunacak bir siyasete olan ihtiyaç kendini her gün daha fazla hissettiriyor. Toplumun önemli bir bölümü, ekonomik sorunlarına çözüm getirecek politikaların üretilmesini görmek istiyor. Kendi sorunlarını sahiplenecek bir siyaseti arıyor. Daha ileri gidebilenleri, bölüşüm ilişkilerini emekten yana değiştirebilecek bir sol siyasetin ekmek kadar su kadar elzem olduğunu farketmeye başlıyor. Toplumun sola olan ihtiyacı büyüyor.

Yeni Anayasa - Yeni sağcılaştırma projesi

AKP ve müttefikleri ise, toplumun gerçek ihtiyaçlarını karşılamak için değil o ihtiyaçları görünmez kılmak için siyaset yapıyorlar. Görünmez kılmanın bir yolu, esas olanın dünyevi değil uhrevi hazlar olduğu, bu yalancı dünyada eşitsizliklere /haksızlıklara katlanılması gerektiği, Allah'ın takdirine rızâ gösterilmesi gerektiği vs. gibi patrona/iktidara boyun eğdirici konuların sürekli kafalara çakılmasından geçiyor. Bu kadar arsız eşitsizlikler üreten, açlık sınırının altındaki gelirlere mahkum eden Türkiye kapitalizminin ayakta durabilmesi için artık diyanet-tarikat-cemaat yapılanmalarının rollerinın arttırılması kaçınılmaz oluyor. Ama bunların etkileri de bir yere kadar. Açlıkla terbiye ile dinle terbiye arasındaki çelişkiler, sonuçta her zaman olduğu gibi birincinin sigortalarının atmasıyla sonuçlanacak potansiyeli içinde taşıyor. Başka deyişle, "öbür dünyanın" nimetleri masalı, bir yere kadar havuç rolünü oynayabiliyor; bir yerden sonra ise, havucun yerini sopa alsa dahi kâr etmiyor. Hiç beklenmedik anda tepkiler patlayıveriyor. Sermayenin ve iktidarının ezeli korkusu budur.

Toplumun gerçek ihtiyaçlarını görünmez kılmak, ama aynı zamanda kendi rejimini inşa projesini ilerletmek bakımından dahiyane bir saptırma olacağı düşünülen güncel bir konu da, kapsamlı bir Anayasa değişikliğinin yeniden gündeme getirilmesidir. Üstelik, CHP yönetiminin sağa açılma projesinin katkılarıyla şimdi Meclis'te asgari sınır olan 360 oya ulaşmanın da eşiğine gelinmişken. Kaldı ki, birkaç eksik oy için devr-i AKP'de her zaman transfer borsaları kurulabileceği gibi, gönüllü siyasi katılımlar üzerinden buna dahi gerek kalmayabilir,  Anayasayı referanduma götürmeden Meclis'te değiştirebilecek 400 oy sayısı dahi aşılabilir. Yeter ki siyasi pazarlıklar için ilkesizler masası bir kere kurulabilmiş olsun.

Aslında şunu ileri sürmek de mümkündür: 2017 Anayasası ile AKP muradına ermiş, başkancı rejimini kurmuş, esasen zayıflamış olan güçler ayrılığını fiili bir güçler birliğine çevirip yasamadan sonra yargıyı da tek adamdan oluşan bir yürütmenin emrine almışken daha ne isteyebilir ki? Biz bu konuda, henüz 2017 Anayasası Nisan ayında oylanmadan 2017'nin başında yazdığımız iki erken makalede, AKP bu Anayasa referandumunu kazansa bile bundan sonra da yeni bir Anayasaya değişikliğine ihtiyaç duyacağını yazmıştık. Bunun nedeni, 2017 düzenlemesinde değiştirilmesi çok yaşamsal görülmeyen, ancak bir başkancı rejimin iyice ete kemiğe büründüğü bir geçiş dönemi sonucunda, artık birtakım ayakbağlarından şeklen de olsa kurtulmanın mümkün görülebileceği idi. Bu arada, despotik rejimin başkancı sistemin işleyişinde ortaya çıkabilecek birtakım aksaklıkların (ki o zaman öngörülemese de şimdilerde sorun olarak görülen CB seçimine ilişkin yüzde 50 +1 nisabı ile 2 dönem sınırlamasının) düzeltilmesi için de bugünlerde anayasa değişikliğine ilave bir ihtiyaç duyduğu anlaşılmaktadır. 

Şubat 2017'de yazdığımız makalenin birinden şu paragrafı aktarabiliriz: "Öngörülen rejimde, iktidar ile muhalefet güçleri arasında eşit ayaklı siyaset yapma olanakları tamamen ortadan kaldırılmaktadır. Rejim, dinci-sağ iktidar bloğunun sonsuz ve sınırsız hükümranlığı üzerine inşa edilmek istenmektedir. Kitlelerin muhafazakarlığına dayanarak, siyasal İslamcı akımların iktidarı sürekli olarak elinde tutması amaçlanmakta (bu arada AKP gider başka bir siyasi İslamcı parti gelebilir), iktidarın siyasi değişimle el değiştirmesine kapalı bir sistem oluşturulmak istenmektedir".  ("Anasaya Değişikliğinin Demokrasi, Siyaset ve Toplumsal Yaşam Üzerindeki Olası Etkileri", EMO Dergisi, Şubat 2017). 

AKP, siyasi münavebeyi reddeden bir parti olarak 21 yıldır iktidarını sürdürmektedir. 100 yıllık Cumhuriyet döneminin 21 yılı yani beşte birinden biraz fazlası AKP iktidarı altında yaşanmıştır. Dolayısıyla, 29 Ekim basınında sıkça yer alan "100 yıllık Cumhuriyetin kazanımlarını AKP 21 yılda geriye götürdü" türünden başlıklarda, siyasal/mantıksal hatalar bir yana matematik hatası da vardır. Çünkü AKP Cumhuriyeti 79. yılında devralmıştır; sonrasında da Cumhuriyete yeni kazanımlar eklemiş değildir. 

Öte yandan eğer AKP dönem sonuna (2028'e) kadar gitmeyi başarırsa, 105 yıllık Cumhuriyetin 26 yılını işgal etmiş olacaktır ki bu da dörtte birlik bir orana denk gelecektir. "Beterinden sakınalım, umalım ki 2028 sonrasına taşmasın" edilgenliği içinde olunamaz. Türkiye'nin ve toplumun sorunları 2028'e ertelenemez. Dinci siyasete ciddi bir sol siyasi alternatif oluşturmak önümüzdeki sürecin en temel ve acil siyasi sorumluluğudur.