'Milyonlarca insanın aşıya çok ama çok geç ulaşabileceği aşının ya da hastalığın gerçek olup olmadığı tartışmalarının içinde kaynayıp gitmiyor mu?'

Bu kaçıncı çip?

Bir yandan çok da şaşırmamak gerek. Ortalıkta dolaşan videolardan, söylentilerden, komplolardan ve felaket tellallarına kapılan insanlardan bahsediyorum. Bu kadar kaygıya, şüphe ve kuşku dolu düşüncelerin, yani paranoyanın eşlik etmemesi mümkün değildi. Hatta paranoyanın ortalığa bir anlamda geç bile çıktığı söylenebilir. Kaygıdan sonra ona sıra ancak geldi.

Paranoya… Toplumsal kaygının arttığı, toplumsal birlikteliğin dağılma, sarsılma işaretleri gösterdiği her dönemde ortaya çıkmış. Bin bir kılıkta. Daha doğrusu paranoya denen düşünce sistematiği toplumsal bir aradalığımızda hep varolmuş da bazı dönemlerde daha belirgin ve yaygın hale gelmiş. Şimdilerde de öyle bir dönemdeyiz. 

Zorlu dönemlerde daha çok insan paranoyanın dünyasına açılıyor işte. Yaşadıklarına bir açıklama arayan herkes en kolay açıklamaya sarılıyor. Paranoya da bir açıklamadır. Hem kolay hem de köklü. 

Kelime anlamıyla tam olarak söylersek “yan zihin” demektir. Ana düşüncenin, genel geçerli zihin halinin yanında varolan, oralardan çıkıp gelen yan düşünce olarak görebiliriz paranoyayı. Eski Yunanca’dan kalma bir terim ve 1850’lerden beri de bu anlamıyla kullanılıyor. Yani “gerçek olmayan, mantığa uymasa bile mantıklı açıklama ile değiştirilemeyen inanç” olarak. Bu aralar ise oldukça yaygın işte. Mantık dışı olsa da!

Ama bu aralar zaten, ne mantığa uygun ki? Evlere kapanmak mı mesela? Maskeli yaşam mı? İçine tıkıldığımız şu uzun kış uykusu mu? Saklanan sayılar mı? Gözümüzün önüne sürekli çıkan ama herkesin görmemek için kırk takla attığı eşitsizlikler mi? Mesela milyonlarca insanın aşıya çok ama çok geç ulaşabileceği aşının ya da hastalığın gerçek olup olmadığı tartışmalarının içinde kaynayıp gitmiyor mu? Ya da hastalananların ve ölenlerin ezici çoğunluğunun alt sınıflardan olduğu gerçeği!

Hangisi mantıklı da çip mantıksız ki?

Üstüne bir de hepsine bilimin de gözü kapalı değil mi? Bilimin gündeminde bunlar var mı mesela? Ya da siyasetin, bol bol gürültü çıkaran orta sınıfların gündeminde?

Yok.

Paranoya için, mantıklı düşünce ile değiştirilmeyecek inatçı düşünce ve inançlar için sebep ise çok!

Freud’un diğer kitaplarına göre daha kolay okunan bir kitabı vardır: Schreber Vakası… Freud, bir hâkimin yaşadığı paranoya üzerinden deliliğin ve “gerçek olmayan düşüncelerin” köküne, ortaya çıkış dinamiklerine ve işleyişine inmeye çalışır. 

Freud hâkimi, yani Daniel Paul Schreber’i hiç görmemiştir. Schreber, Freud’un hastası olmamıştır ama hastalığının iyileşme döneminde kendi deliliğini yazmıştır. Katman katman, adım adım. Gerçeği farklı değerlendirdiği düşüncelerin nasıl ortaya çıktığını, nasıl dönüştüğünü kendi deneyimiyle anlatmıştır. Ve bu anılar Almanya’da (daha sonra da tüm psikiyatri dünyasında) popüler olmuştur. Keza paranoya sürecini kaleme alan Schreber, hastalandığı dönemde Reichstag’a seçilmek üzere olan ünlü bir ceza hakimidir ve hem deliliğin içine yuvarlanmış hem de iyileşip oradan kendi deneyimlerini geri bildirmiştir. Tekrar ve tekrar. Freud da bu anılara dayanarak paranoyanın düşünce ve dilde ortaya çıkış mekanizmasını bu uzunca makalesinde tartışır.

Freud makalenin bir yerinde paranoya için tam da kelimenin kökenin taşıdığı anlama yakın, çok güzel bir açıklama getirir ve şöyle der: “Ve paranoyak gerçeği yeniden inşa eder, artık görkemli/ışıltılı olmasa da; ama mesele şudur ki artık bu [inşa edilmiş yeni gerçeğin] içinde yaşayabilir. Bizim patolojik/hastalıklı bir ürün olarak gördüğümüz sanrı/düşünce aslında bir iyileşme çabasıdır, bir yeniden inşadır.

Çok severim bu açıklamayı. Sanrıları, kendi “inatçı” düşüncelerinizi de yeni bir gözle görmenizi sağlar. İnsanca bir gözle.

Şimdilerde ortalıkta dolaşan “çip takacaklar, hepimizi kısırlaştıracaklar, aşı olmayanlar ikinci sınıf vatandaş olacak” söylentilerine bir de böyle bakmak lazım. Gerçeğin çaresizce mecbur kalınmış yeniden inşaları olarak. Umutsuz, ışıltısız ama varolmaya izin veren…

Söylemeye gerek var mı?

Dünya kapitalizmin acısını çekiyor. İnsanlık bolluk çağında yokluğu, bilgi içinde kafa karışıklığını, ışık içinde karanlığı yaşıyor. İnsanlık örgütsüz, dağınık…

Ve insanlar güvenecek bir dal arıyorlar. Hayatlarını savuran, yaşamlarında kimsenin, kendilerinin bile farketmediği küçük depremleri yaratan nedenleri açıklayacak, anlatacak ve onları koruyacak bir dal.. 

Ve ararken de gerçeği eğip büküyorlar. Yaşayabilmek için. Yaşamaya böyle de olsa devam edebilmek için gerçeği büküyorlar. Yoksa…

Yoksa aşının sırası kime, ne zaman gelecek ki?

Aşı sayesinde tüm insanlığı etkileyen bu olağandışı durumdan birkaç ilaç firması, birkaç ülke devasa paralar kazanmayacak mı?

Zenginler, “imkânı olan” herkes çoktan kendilerini korumaya almadı mı? Her gün test yaptıran, yer altı ve yer üstü sığınakları hazırlayanlar onlar değil mi?

Ekonominin çarkları dönmek zorunda değil mi?

Kameralar karşısında insanların gözlerinin içine baka baka en yetkili ağızlardan yalan söylenmiyor mu?

İnsanlar alabildiğine örgütsüz ve ne yapabileceğini bilemez halde değiller mi?

Çin’le ya da komünizmle ilgili olan her ne varsa onula ilgili olarak on yıllardır bir kara propaganda yürütülmüyor mu? Çin’e karşı ırkçılık, milliyetçilik biçimini almış yaygın bir bakış yok mu? Çin de tüm bunları çok da takmaz, dünya emekçilerine komünizm için seslenmeye çok da önem vermez bir halde değil mi?

Günümüz kapitalizmi demek, tekellerin ve bir avuç patronun zenginliğinin devamı için döndürülen devasa bir çark demek değil mi? Hepimiz bir anlamda bu çarkın küçük parçaları değil miyiz?

O devasa yollar, çok şeritli otobanlar, birbirine giren çok katlı kavşaklar, metrolar biz parçaları, biz Kafka böceklerini, biz biyolojik robotları her gün, ama her gün üretim bandına götürmek için yok mu? Tüm kentler, köyler ve de binalar, kas, ter ve akıl olarak bedenimizde, yaprak, mineral ve hücre olarak doğada cisimleşmiş evrensel enerjiyi bir avuç şirketin zenginliğine tedavül etmek için oluşturulmuş devasa silolar değil mi?

Tüm bunlar gerçek değil mi?

Daha açık, daha net, paylaşımcı, dayanışmacı bir dünyanın yokluğunun sancısı içinde debelenip durmuyor muyuz?

Geriye ne kalıyor? 

Söylesenize, tüm bunlar gerçekse gerçek dediğimizden geriye ne kalıyor?

Eğilip bükülemeyecek?

Böyle bakınca… Bu bizlere takılacak kaçıncı çip ki? Tarihin derin dili, doğanın güncel hali bunu anlatmıyor mu? Bunu sormuyor mu?

Bu tartıştığımız kaçıncı çip ki?

Ve ne kadar daha bekleyeceğiz ki