Kimsenin göğe yükseldiği filan da yok ama zaten “hak” kendini mucizelerle değil, mucizelerden umudu kesen halkın gerçek olanı aramasıyla gösteriyor.

Batıl nasıl zail oldu?

1999’da yaşanan deprem kendi başına bir neden oluşturmasa da Türkiye’nin yaşadığı bir dönemeçte kendi payına düşen rolü oynamıştı: 2002’de dinci parti AKP’nin bu sefer ortak olarak değil tek başına iktidara geldiği süreci kastediyorum.

Dinselleşme sermaye sınıfının politik tercihiydi ama bu tercih toplumsal alandaki karşılıklarını da yaratarak ilerliyordu. 1999 depremi (Düzce’yle devam eden süreci bir bütün olarak değerlendirirsek) bu açıdan ilginç bir yere oturuyor.
“Kültürel belirlenim” bağımlısı liberal tayfadan değiliz, çok abartmayız ama deprem anı ve sonrasında yaşananların “metafizik” açıklamaları güçlendirdiğini, uykudan uyanan insanların yaşadığı dehşetin, fizik kurallarının hiç alışmadıkları şekilde işlemesiyle ortaya çıkan gerçeküstü yaşantıların pek çok insanda derin izler bıraktığını biliyoruz.

Bunu gölgede bırakan, bir yerden sonra asıl belirleyici olarak görmemiz gerekense vakfından tarikatına geniş bir islamcı örgütlenmenin depremzede halkın üzerine çöküşü.

Solun, özel olarak örgütlü solun deprem bölgesinde geliştirdiği örgütlenmeler devletin dikkatini üzerine çekip, önlemler ve engellemelerle muhatap olurken,1 egemen sınıfın tercihi olan islamcı yapılanmalar depremin “yaralarının” sarılmasında daha doğrusu sorulması gereken soruların sordurulmaması için örgütlenmede inisiyatif aldı.

Uzatmaya gerek yok, 1999 depreminin sadece “7.4 yetmedi mi” yobazlığıyla resmedildiğini düşünmememiz gereken bir “bilimden uzaklıkla” anılması yanlış olmaz. 

Deprem uzmanlarının bir dönem en popüler “kanaat önderleri” arasında yer almış olması, “deprem dedenin” yani bir profesörün magazin dünyasında bile (“ülkenin en seksi erkeği” olarak!) kendine yer bulabilmesi yanıltmasın.

Depremin ardından bilim, daha çok antik uygarlıklardaki kâhinler türünde bir itibar gördü. “Ne zaman sallanır, kaç yıl sonra olur, olursa ne kadar yıkılır, fay hattı tam nereden geçiyordur vs.” 

Bu kadar çok bilim insanının şöhret olup sahne aldığı bir ülkede “deprem ülkesi bile olsak, uygun yapılaşmayla çok az kayıp yaşayabiliriz. Bak Japonlara” ana fikri değil de “en fazla 30 yıl içinde ikinci İstanbul depremi de gelir arkadaş” görüşü hakimiyet kazandı.

Son birkaç yılın deprem gündeminin belirgin şekilde farklılaştığını düşünüyorum.

Belki son sarsıntının Covid-19 salgınının üzerine gelmesiyle ilgisi vardır.

Hatırlayın, salgın Çin’deyken televizyon kanallarında diyetisyenler (!), astrologlar, alternatif tıpçılar, din “alimleri” ve sivri fikirli komplo teorisyeni hekimler cirit atıyordu.

Neredeyse ülkede ilk vakanın görülmesinin hemen ardından işler değişti. İktidara bağlı ya da değil, sözü dinlenenler “bilim insanları” oldu, Covid’i düşünme şeklimiz metafizik olmaktan uzaklaştı, insan sağlığının da bilimin araçlarıyla kavranabilir bir şey olduğunu büyük kitleler halinde anladık.

İzmir depreminin ardından yapılan konuşmaların da bu açıdan 1999’dan çok farklı olduğunu söylemek zorundayım.
Kapitalizmin sahipsiz bıraktığı bilim daha fazla devrimci arayışların cephaneliğine giriyor olabilir.

Dinselleşmenin, metafizik görüşlerin, kâhinliğin ve “inançların” yol göstericiliğinin tam bir tükeniş yaşadığı da abartı sayılamaz.

Dinci siyasetin en tehlikeli figürlerinden olan Erbakan’ın ünlü sözü, Cumhuriyet’in ilk açık islamcı partisi olan Milli Selamet Partisi’nin2 sloganıydı:

Hak geldi batıl zail oldu.

Bu cümle İsrâ Suresi’nden bir cümledir.

Sure esasen Muhammed’in önemli delillerinden birisi olarak öne sürülen miraç ile ilgilidir. Yani Muhammed’in bir gün melek Cebrail tarafından Kabe’nin avlusundan alınıp yükseltilerek Kudüs’e götürülüp getirilmesi. Bu ve başka “mucizeler” üzerinden sonuca varılmaktadır. Ve zaten “inanmayanlarla” polemik söylemin merkezinde durmaktadır.

Tüm insan düşüncesinde ve elbette siyasette “kanıt” oldukça kilit bir kavram. İkna edici ya da değil, sağlam ya da çürük, gözlenebilir ya da metafizik... Kanıtlar sadece muhataplarını ikna etmek için değil, savunucularını güçlü kılmak, özgüvenlerini artırmak için devreye giriyor.

Erbakan “hak geldi, batıl zail oldu” derken kendi siyasal düşüncesinin yanıtlanmamış sorulara yanıt verdiğini ve zaten bir karmaşa içinde debelenen insanlığı (!) akıl, ruh ve beden sağlığına kavuşturacak olan islam düşüncesinin ifadesi olduğunu pompalıyordu.

Bir süredir bu ülkede yaşananların bu cümledeki iddialılığı bize sunduğunu söyleyebiliriz.

Apaçık ortada olan, gerçek olan kendini daha fazla hissettiriyor.

Ve yanlış olan, hayali olan, asılsız olan çöküyor.

Kimsenin göğe yükseldiği filan da yok ama zaten “hak” kendini mucizelerle değil, mucizelerden umudu kesen halkın gerçek olanı aramasıyla gösteriyor.

Ve fakat şöyle: Şimdi ihtiyacımız olan şey, örgütlülükle, çağın gerçeğini temsil eden işçi sınıfını sahneye çekerek yaratacağımız büyük kanıt.

  • 1. Pek tanıdık!
  • 2. Kapatılan Milli Nizam Partisi’ni ayrı bir parti olarak düşünmek yersiz olur, öncülü bile denilemez, kendisidir. MSP daha uzun ömürlü olduğu ve asıl izi bıraktığı için uygun referans sayılmalıdır.