Türkiye çocukları

Nâzım Hikmet'in bu yazısı Sofya'da Türkçe olarak basılan toplu eserlerinin 8. cildinden alınmıştır.

Nâzım Hikmet

Nâzım Hikmet Kolektifi'nin notu: Nâzım Hikmet'in bu yazısı, editörlüğünü Ekber Babayev'in yaptığı, Sofya’da Türkçe olarak basılan toplu eserlerinin 8. cildinde yer almaktadır. Yıllardır yapılan YKY baskılarında yayımlanmamaya devam etmektedir.

Benim memleketimde, Türkiye’de, kapitalistlerin, büyük toprak sahiplerinin, büyük memurların şımarık, tembel çocuklarıyla halk çocukları arasında en ufak bir benzerlik yoktur. Oyuncak, oyun, spor, okul, temiz elbise, yiyeceklerin, içeceklerin çeşidi, doktor, zengin çocukları içindir. Halkın çocukları, Türkiye çocuklarının büyük çoğunluğu, şu yukarıda gelişi güzel saydığım nimetlerden mahrumdur. Meselâ bir işçi çocuğunu ele alalım. Bu çocuğun adı, meselâ Hüseyin olsun. Hüseyin, şehrinin en güneş görmez, yazın tozdan, kışın çamurdan geçilmez fukara mahallelerinden birinde yaşar. Şimdi on bir yaşındadır ve demir eşya yapan bir fabrikada günde on saat çalışmaktadır. İşlediği demirler sıska kollarının taşımayacağı kadar ağırdır. Hüseyin öylesine yorgundur ki, bazı günler dayanamaz, iş başında gözleri kapanıverir ve ustabaşıdan boyuna dayak yer. Hüseyin, bu yaşa gelinciye dek bir kere olsun çarşıdan alınmış bir oyuncakla oynamamıştır. Hüseyin’in bir tek kitabı yoktur. Zaten ilk okulun, ancak iki sınıfını bitirebilmiş, sonra evin geçimine yardım etmek için fabrikaya girmiştir. Hüseyin’in bütün ömrü boyunca yediği et, yani dokuz on yılda yediği et, iki üç kilodan fazla değildir. Bütün çocuklar gibi Hüseyin de şekeri, çukulatayı sever, fakat şekeri ancak bayramdan bayrama yemiştir, çukulataya gelince, şöyle iki küçük parça yediğini hatırlıyor. On saatlik işe karşılık Hüseyin’in eline geçen gündelik kırk beş kuruştur, halbuki ekmeğin kilosu otuz kuruştur, yani Hüseyin on saat çalışır ve ancak bir buçuk kilo ekmek getirebilir eve.

Şimdi bir zanaatkâr çocuğun hayatını gözden geçirelim: Onun hayatı da bizim Hüseyin’in hayatına benzer. Bazı farklar vardır tabiî. Meselâ, diyelim ki, bir kunduracının yanında çıraklık ediyor. On iki yaşındadır. Günde on dört, on beş saat çalışır. Ustadan para almaz, boğaz tokluğuna çalışır. Kunduracılığı öğrenip kalfa olduktan sonra, yani yirmi yaşlarına bastığı zaman gündeliği yüz kuruş olacaktır. Çalıştığı dükkân küçüktür, karanlıktır, gece gündüz lamba yanar, tavanından ve duvarlarından rutubet sızar, çünkü eski, harap, taş bir evin bodrum katıdır. Kendini doktora gösterebilse, ona verem olduğunu söyleyecekler.

Şimdi fakir bir köylü çocuğunu ele alalım. Adı Ahmet olsun, Ahmed’in anası birçok kardeş doğurmuştur ona, fakat ancak ikisi, bir o, bir de ağabeyi sağ kalabilmişlerdir. Ahmet dokuz yaşındadır, daha çorap ve çarık giymemiştir. Çorabı ve çarığı on beş yaşına bastığı zaman giyebilecektir. Altı yaşında sığırtmaçlığa başlamış, yazın güneş altında, kışın karda, yağmurda dağ başlarında sürtüp durmuştur. Okuması yazması yoktur, olmayacak da. Gelecek sene, çift sürmeğe gidecek. Bu işte geç bile kalmıştır. Üç çeşit, yalnız üç çeşit yemek bilir: Tarhana çorbası, kabak haşlaması ve ekmek. Ömründe bir kere, köy ağasının düğününde et yemiştir. Üç defa da yumurta çalıp içmiş, bu yüzden babası onu bayıltıncaya kadar dövmüştür. Çünkü dört tavuklarının yumurtası ve bir tek ineklerinin sütü, yağı, kendileri için değil, pazara götürülüp satılmak, birkaç kilo tuz, biraz gazyağı almak içindir. Ahmet, iki yaşından beri sıtmalıdır. Karnının böyle şiş, yüzünün böyle sapsarı oluşu bundandır. Fakat Ahmed’i hiçbir doktor görmemiştir. Köyde en ufak bir sağlık kurumu yoktur. Babası kasabadan kinin getirdi, ama kininler hileliymiş, Ahmed’in sıtmasını kesemediler.

Benim memleketim, Türkiye, bugün Amerikan emperyalistlerini sömürgesi olmuştur. Türkiye’nin büyük kapitalistleri, büyük toprak sahipleri, büyük memurları, onu Amerikalılara sattılar. Amerikan kapitalistleri ve onların generalleri Türkiye’de istedikleri gibi at oynatıyorlar. Memlekete Amerikan mallarının dolması yüzünden yerli fabrikalar, zanaatkâr atölyeleri kapanıyor, şehirlerde işsizlik, açlık günden güne artıyor, şehirlerdeki halk çocukları her gün biraz daha az ekmek yiyor, evlerinde her gün biraz daha az kömür yakılıyor, şehirlerde sokaklar dilenen çocuklarla dolu. Anaları babaları işsizlik, açlık, hastalık yüzünden ölmüş on binlerce çocuk, köprü altlarında, yangın yerlerinde geceliyor. Şehirlerde şimdi, kucaklarında çocuklarıyla dilenen köylü kadınlara da adım başında rastlanmaktadır. Marşal plânı gereğince — bu plân sözüm ona Amerikan yardımı Türkiye’ye — işte bu kahrolası plân gereğince büyük toprak sahipleri Amerika’dan traktör aldılar, tarlalarında fakir köylüleri çalıştırmaz oldular. Aç kalan topraksız, yahut az topraklı köylüler iş aramak için şoselere, şehirlere döküldü. Halbuki şehirlerdeki işsizlik şimdiye kadar Türkiye’de görülmemiş bir derecede olduğu için buralara gelen köylüler, çolukları, çocuklarıyla dilenmeğe başladı. Şose boylarında açlıktan, hastalıktan ölen fakir köylü çocuklarının haddi hesabı yok.

İşte size kısaca benim memleketimdeki halk çocuklarının halinden ahvalinden bahsettim. Fakat şunu da söyleyeyim ki, bu çocuklar, fırsat düştükçe, babalarının ve ağabeylerinin yanı başında, Türkiye’nin millî bağımsızlığı, Amerikan emperyalistlerinin ve yerli uşaklarının elinden kurtulması ve barış için mücadele ediyorlar. Yazımı bitirmeden önce, size bu mücahitlerden birini anlatacağım.

Adı İbrahim’di. On yaşında vardı galiba. Elâ gözlü, daracık omuzlu, uzunca boyluydu. İbrahim’in babası benimle ayni hapishanede yatıyordu. Terziydi, vergisini veremediği için dükkânını hacze gelmişler, o da haciz memurlarından birini yaralamıştı. Yedi buçuk yıla mahkûmdu. Evi, yani hasta annesini ve küçük kız kardeşini İbrahim bir dokuma fabrikasında çalışarak geçindirmeğe çabalıyordu.

Hapisteki babasını her hafta ziyarete gelen İbrahim’le dost olduk. Bir aralık İbrahim’in babası da, ben de hastalandık, bizi hapishanenin revirine kaldırdılar, orda çocuk babasıyla ve benimle daha rahat ve daha uzun görüşebiliyordu. Bana boyuna bir şeyler soruyor, başka memleketlerde işçi çocuklarının nasıl yaşadıklarını öğrenmek istiyordu. Ona çocukların cenneti olan Sovyetler Birliği’nden bahsediyordum, ona Türkiye’de, kendi memleketimizde ve başka esir memleketlerde halk çocuklarının nasıl mücadele ettiklerini anlatıyordum. Ona bir gün bir şiirimi okudum. Hemen oracıkta ezberledi.

Revirde bulunmamdan faydalanarak daha çok yazmağa başlamıştım, fakat bunları hapishanede muhafaza etmenin imkânı yoktu. Bu yazıları hemen dışarı çıkarmak lâzımdı. O güne kadar yazıların dışarı çıkarılması işini kolaylaştıran ve burada neden ibaret olduğunu size söyleyemeyeceğim imkân, çünkü aynı imkândan hâlâ hapiste bulunan arkadaşlar faydalanıyorlar, işte o imkân muvakkaten ortadan kalkmıştı. Düşündüm, yazıları İbrahim’le dışarı çıkartmağa karar verdim. İbrahim çocuk olduğu için kapıdaki gardiyanlar ve jandarmalar girip çıkışında üstünü pek de öyle sıkıdan sıkıya aramıyorlar, hattâ bazan hiç bakmıyorlardı. Meseleyi İbrahim’e açtım. Hemen razı oldu. İbrahim, dedim, üstünü arayacaklar, tutar da bu şiirleri bulurlarsa seni tevkif ederler. “Etsinler” dedi. “Çok fena döverler, işkence ederler”, dedim, “Etsinler” dedi. “Seni çocuk ceza evine atarlar, ev halkı hasta annen, küçük kız kardeşin aç kalır”, dedim. İbrahim biraz düşündü, sonra nasırlı çocuk işçi elini uzatarak “Yazıları ver amca, dedi, onların, çıkması, yerine gitmesi, okunması lâzım”.

Yazıları verdim ve onlar yerine gitti ve okundu ve İbrahim’in, on yaşındaki işçi İbrahim’in sayesinde o yazılar kavganın saflarında yerlerini alabildi.