'Sosyal Uygunluk' masalları kabusa dönerken

İşsizlik, gelir kaybı, güvencesiz çalışma ve en nihayetinde açlık ile karşı karşıya kalan milyonlarca tekstil işçisine, “farkındalık” çerçevesinde “sosyal sorumluluk” gereği “sürdürülebilir” bir çalışma hayatı sunamayan markalardan henüz ses çıkmıyor.

Eylem Tuncay

Sosyal uygunluk, “kurumsal sosyal sorumluluk” gibi kavramlar merkezi devlet yönetiminin geriye çekildiği dönemlerde sınıf farklılıklarının yarattığı acımasızlığı maskelemek için bugüne kadar fazlasıyla işe yaradı. Aslında kavramın ortaya çıkışı çok daha eskiye dayanıyor olsa da, “sosyal sorumluluk”, özellikle 1960’lar sonrasında teorileştirilmeye ve uluslararası firmaların misyonlarına yedirilmeye başlandı.

Aslında bu süreç işçi sınıfını, kendisini her geçen gün artan oranlarda ve çeşitlilikte sömüren sermaye ile masaya gönüllü oturarak bir mutabakat yapmaya davet ediyordu. Bunu gönüllü olarak yapacaktı, şirketin misyonlarını o da sahiplenecek ve kendisini o büyük ailenin bir parçası olarak görecekti. Hayatında yolunda gitmeyen şeyler olduğunun “farkında” olunduğunu bilecek, değiştirmek için “tehlikeli” yollara düşmeyecekti.

Bir başka mutabakat da elbette sermaye iktidarın siyasi kanadıyla ekonomik kanadı arasında yapılıyordu. Siyasi iktidarlar bir bakıma burjuva şirket yöneticilerine, “tamam ben senin işini yapacağım, daha rahat sömüreceğin, yüksek kârlar kazanmanı sağlayacak yasal bir alan açacağım ancak sen de benim üzerimden yurttaş denilen masraf kalemini alacaksın” diyordu.

Çoğu evde oturuyor

Burhan evli ve biri anaokuluna giden biri henüz 6 aylık olmak üzere iki çocuk babası bir tekstil işçisi. Eşi yeni doğum yaptığı için çalışmıyor, evde tek çalışan kendisi.

“Yıllık izinler mart ortasında başladı ve sonrasında süre bittiğinde ses çıkmadı, aradığımızda ‘kısa çalışma ödeneğine başvuruldu sonuçları bekleniyor, sonuçlar gelince bilgi vereceğiz’ dediler.  Bilgi gelmeyince biz aradık, ‘ne olacak işbaşı yapacak mıyız?’ diye sorduk. Aldığımız cevap yine aynı oldu: ‘biz size haber vereceğiz’. Zaten çalışma başlarsa da 50 kişilik bölümde 20 kişi çalışabilecekmiş. Durum hala netleşmediği için bunu dahi soramadık bilmiyoruz. Kimler çalışacak, çalışmayacak olanların durumu ne olacak henüz bilemiyoruz.

İşlerin normal devam ettiği yer nerdeyse yok, varsa da ben bilmiyorum. Çalıştığımız yere yakın atölye ve fabrikalarda bulunan arkadaşlarımıza da sorduğumuzda en iyi durumda olan yarı yarıya işçi çıkarmış durumda. Diğerlerinin durumu ise bizim gibi. Hatta biz kayıtlı çalıştığımız için kendimizi şanslı hissediyoruz. Kısa çalışma ödeneğine başvuru yapıldı diye bekliyoruz. Bildiğim arkadaşlarımın çoğu evde oturuyor. Çok sayıda tekstil işçisi kayıtsız çalışmaya zorlandığı için onları bekleyen koşullar daha kötü maalesef.”

1980’lerin ikinci yarısında Birleşmiş Milletler (BM), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) gibi uluslararası kurumların da eliyle herkesin bugün dillerden düşürmediği kavramlar yaratılmaya başlandı. Bunlardan bir tanesi mesela “sürdürülebilirlik”. Her şeyin önüne arkasına koyabilirsiniz bu göz alıcı kavramı. Sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir istihdam, sürdürülebilir ekoloji vb. Sürdürülebilirlik, “üretimin ve çeşitliliğin devamı sağlanırken insanlık yaşamının daimi kılınabilmesi” olarak tanımlanmış BM tarafından. Ekonomik, ekolojik ve sosyal açıdan geleceğe taşınacak olan koşullar yaratabilmek amaç alınıyormuş. Dünya kapitalizminin merkez ülkelerinin yönetimindeki uluslararası kurumlardan, geri sömürge bir ülkenin yerel derneğine kadar ortak geliştirilen binlerce proje, devasa fonlar aracılığıyla transfer edildi. Kadın emeğinin geliştirilmesi için bölgesel bilmem ne projesi, kayıt dışı istihdamın engellenmesinde sosyal tarafların birlikteliğinin öneminin kavranması için workshoplar, şirket içi iletişimi güçlendirmek amacıyla yapılan seminerler, işçilerin sosyal ihtiyaçlarının tespiti ve karşılanması amacıyla türlü türlü araştırmalar, anketler ve daha birçoklarını sayabiliriz. Tüm bu projelerin fonlarının nerelere harcandığını alt alta yazdığınızda ortaya çıkan şey ise kapitalizmin gerçekliği kadar “acımasız”. Lüks otellerde yapılan yemekli toplantılar, markaların üst yönetimlerini ikna etmek için dünyanın farklı köşelerinde yenilen yemekler, ziyaretler, saha araştırmaları ve bitmeyen masraflar sonucunda uygulamaya konulan projeler… Ardından bu projelerin havalı tanıtımı için aktarılan bütçeler… Tüm bu harcamaların sonunda elbet işçiye de bir şeyler düşüyor, kendisini farklı açılardan gösteren verileri üretmek için yaratılan fonlardan.

Ne kadar çok söylersen...

İşçilerin hızla artan zenginliklerin karşısında ellerine düşen o kadar az ki, ne eklersen ekle eline geçen içerisindeki payı o kadar büyük görünür. Yaşam ve beslenme kalitesi büyük bir hızla düşerken, çocuk emeği, kayıt dışı istihdam, savaşlar sonucu göçmen işçilerin bitmeyen çilesi öyle büyüktü ki, bu “acımasızlık” ve “kontrolsüzlüğün” “farkındalığını” ne kadar çok söylersen sanki o kadar çok ortadan kaldırmaya niyetliymişsin gibi gösterildi. Sosyal uygunluk üzerine çalışmalar da bunu sağlamanın yegane çaresi olarak anlatıldı durdu. Bir çocuk işçiyi atölyeden kurtarıp eğitime kazandıran bir proje için binlerce dolar para döküldü. Aynı zaman diliminde başka çocukların babaları işsiz kaldığı ya da iş cinayetinde öldüğü için bu sefer onlar atölyelerde “kurtarılan” kardeşlerinin yerine geçti. Hakkını verelim sosyal uygunluk çalışmalarının. Çalışma hayatında yasal prosedürlere uygunluk oranı ve diyalog mekanizmaları artış gösterdi bu çalışmaların uygulandığı fabrikalarda. Ancak işçiler artık yasalar karşısında daha güvencesiz, esnek ve kısa süreli çalışma yaygınlaştı ve zorunlu ihtiyaçlarını karşılayabilecek ekonomik kazanımların ise çok daha gerisinde artık.

Kriz ve Sosyal Uygunluk

Gelelim Covid 19 salgınının istisnasız neredeyse tüm dünyayı etkisi altına aldığı bugüne. Salgın Türkiye’de resmi olarak henüz açıklanmamışken ekonomi dergilerinde, tekstil ve hazır giyim endüstrisinin önde gelen patron örgütlerinde krizi fırsata çevirip dünya piyasalarının Türkiye’ye doğru kayacağına ve salgından “kârlı” çıkanın “bizim” olacağımıza dair haberler dolaşıyordu. Türkiye’de ilk vakanın resmi kaynaklar tarafından açıklanmasının akabinde ise Avrupalı markaların sevkiyatı gelen siparişlerini dahi iptal ettikleri konuşuldu. Teslim aldıkları siparişlerin ödemelerini ise kimi zaman geciktirdikleri kimi zaman hiç yapmadıkları belirtiliyor.

Kârın yüksek olduğu dönemlerde, sosyal uygunluk, markaların satış ve reklam giderlerinin birer kalemi olurken, dünya istihdamının yüzde 81’inin iş ya da gelir kaybına uğradığı bugün, ellerinden gelse herkesin aklından bu kavramı söküp atmaktan başka bir şey yapmayacak gibi görünüyorlar.

İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği (İHKİB), sosyal uygunluğu şu sözlerle özetlemişti:  “Sosyal uygunluk yönetim sistemleri sayesinde işletmeler olası uygunsuzlukları en kısa zamanda teşhis eder ve düzeltici faaliyetleri gerçekleştirir, otonom yapı sayesinde dışarıdan bir güce ihtiyaç duymadan kendi kendini düzelten ve geliştiren bir yapı haline gelir.”

İşsizlik, gelir kaybı, güvencesiz çalışma ve en nihayetinde açlık ile karşı karşıya kalan milyonlarca tekstil işçisine, “farkındalık” çerçevesinde “sosyal sorumluluk” gereği “sürdürülebilir” bir çalışma hayatı sunamayan markalardan henüz ses çıkmıyor. Yaşanan kriz karşısında ekonomik gücü görece düşük olan markalardan iflas haberleri geliyor. Piyasayı belirleme gücüne sahip olanlar ise ölü numarası yapıyor.