İstanbul'un 'kitaplı' tek büyükşehir adayı: 'Şehremanetini yıkıp komünün yolunu açacağız!'

TKP'nin İstanbul adayı Orhan Gökdemir'le son kitabı ''Tarih Sözlüğü''nü, Aydınlanma'yı, kavramlar üzerindeki mücadeleyi, belediyenin anlamını ve İstanbul'u konuştuk.

Emre Alım

Yaklaşan yerel seçimlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi için onlarca aday yarışıyor. Neredeyse tamamı müteahhit veya gayrimenkul zengini. Projelerinin tamamlanmış modellerini gösterip, birbirinden pek farklı olmayan vaatlerini anlatıyorlar. Adaylardan biriyse bu profile uymuyor.

Türkiye Komünist Partisi'nin İstanbul adayı Orhan Gökdemir, gazeteci ve yazar. ''Projeniz nedir'' sorusuna kararlı bir ifadeyle ''El koyacağız ve yıkacağız'' diyerek yanıt veriyor. Dev bir holdinge benzettiği İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ne CEO olmak istemediğinin altını çiziyor. 

Orhan Gökdemir, mevcut adaylar arasında ''kitaplı'' tek aday. Felsefeden dine, cumhuriyetten laikliğe çeşitli konularda 20 kitabı bulunuyor. Son kitabı ''Tarih Sözlüğü'' Gökdemir'in adaylığı sürecinde yayınlandı. ''Yeni bir Aydınlanmaya giriş'' alt başlığını taşıyan kitabı Voltaire'in ''Felsefe Sözlüğü''nden esinlenerek kaleme almış.  

Bir ''sözlük girişimi'' olarak nitelediği kitabıyla kavramları silkeleyip, düşenleri ayağa kaldırıp, birbirlerine bağlamayı ve sadeleştirmeyi amaçlıyor. Halk, burjuva, yolsuzluk, NATO, Nakşibendi, sadaka ve mülkiyet bu kavramlardan sadece birkaçı.

Gökdemir, sözlüğünde yeniden anlamlandırdığı bu kavramları Başakşehir'den Arnavutköy'e halkla buluştuğu kentin birçok noktasında test etmiş. Karşılaştığı tepkileri sözlüğün ''doğru yolda olduğunun bir göstergesi'' olarak yorumluyor.

Bu test mekanlarından biri de Kadıköy Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'ydi. Orhan Gökdemir kitabını ve seçimleri konuşmak için geçtiğimiz Salı burada gençlerle bir araya geldi. Ama söyleşiden önce soL'un sorularını yanıtladı.

Seçtiğiniz kavramlar, başlı başına belirli bir bütünlüğe işaret ediyor. Yeniden tanımlanmaları hiç kolay değil ve aynı zamanda bir mücadelenin konusu. ''Tarih Sözlüğü'' bu mücadeleye hangi pencereden bakıyor?

Sözlükteki kavramlar dediğin gibi rastgele seçilmedi. Bunların neredeyse tamamı son 250 yılda icat ettiğimiz kavramlar. Fransız Devrimiyle başlamış diğer devrimlerle pekişmişler. Halk, cumhuriyet, laiklik, belediye, meclis, anayasa, yurttaşlık hatta vatan kavramının kendisi de böyle ortaya çıktı. Dolayısıyla bizim bugün kendimizi tarif ederken kullandığımız kavramlar çok radikal devrimlerin sonucu. Ama 250 yılda bu kavramlar sıklıkla düşmüş, yıkılmış. Fransa’da cumhuriyet kaç defa yıkıldı, yeniden kuruldu. Zaman zaman ileri adımlar olmuş. Mesela Ekim Devrimi veya Türkiye’de Cumhuriyet'in kurulması gibi. Ama kısa bir süre sonra gerici ve karşı devrimci bir dalgayla karşılaşmış. 

Bu 250 yılda devrimle alakalı olanın üstüne tabiri caizse kir, toz birikmiş. Bir kısmı yıpranmış, bir kısmı anlamını kaybetmiş. Buradaki sözlük girişiminin sebebi devrimin kavramlarını silkelemek. Tamir edilmesi gerekeni tamir etmek, yenilenmesi gerekeni yenilemek, atılması gerekeni kaldırıp atmak ama bu defa yerine yenisini önermek.

Tarih Sözlüğü: Yeni Bir Aydınlanmaya Giriş, Orhan Gökdemir, 538 sf. Yazılama Yayınevi, 2024.

Bugün güncel sorunların önemli bir kısmı bu kavramların devrimci anlamlarını yitirmesiyle ilgili. Mesela “özgürlükçü laiklik” diye bir kavram türettiler. Halbuki laikliğin doğuşunu ele alırsak, ona bu anlamda bir özgürlükçülük yüklemek neredeyse anlamsız çünkü laiklik militan bir kavram. Çünkü Katolik Kilisesi Fransa’da o eski ceberut sınıfların en korkuncu. Aynı zamanda iktisadi bir ayağı da var, büyük toprak sahibi. Devrimde yoksulların öfkesi en çok onlara yönelmiş. Dolayısıyla devrimi yapanlar inanç özgürlüğü derken, inançtan özgürlüğü anlamışlar. Yani Fransa’da Katolik olmayan başka inançtan insanlar da var, Katolik Kilisesi kimin neye inanacağına karar vermesin demişler. İnanç özgürlüğü Katolik Kilisesine haddini bildirme girişimi. Yani ‘Katolikler de gelsin, bu işe el atsın’’ gibi bir durum asla yok.

'Bir anlam yitimi var'

Biz de Cumhuriyet’i kurarken, inanç özgürlüğü dediğimiz şey tarikatların günlük hayat üzerindeki etkisini kırmaktı. Yurttaş dediğimiz kavramın özelliklerinden biri inanç özgürlüğü. Yurttaş bağımsızdır, özgürdür, kurumsallaşmış herhangi bir dinin bünyesinde değildir. O yeterince olgunlaştığı zaman neye, kime inanacağına kendisi karar verecektir. 

Burada bir anlam yitimi var. Laikliğin kendisi zaten özgürlük talep eden bir kavram. Sanki laiklik uygulanınca baskıya yol açmış gibi yeni bir inanç ortaya çıktı. Asla böyle bir şey değil. Laiklikle ilgili sorunların tamamı o devrimci cumhuriyetleri kuranların bu konuda yeterince radikal olmamasından kaynaklanıyor. 

Aydınlanmadan bu yana üretilen kavramların bazıları uzun mücadeleler sonucu korundu, bazılarıysa kirletildi. Bu kavramların düştüğü yerden ayağa kaldırmasını bir görev olarak görüyorsunuz ve "Kurmak için yıkacağız" diyorsunuz. Bu aynı zamanda "İstanbul için projeniz nedir" sorusuna da verdiğiniz yanıt. Devrimsiz dönüşüm mümkün değil mi?

250 yıllık deneyimin bize söylediği, eğer restorasyon olmuşsa artık onun yıkılmadan düzeltilemeyeceğidir. Sadeleştirirsek, Fransız Devrimi bir yıkma ve el koyma eylemi aslında. Monarşiyi yıkıyor ve onu var eden, onun arkasındaki sınıfların varlıklarına el koyuyor. 

Cumhuriyet de böyle oldu. Sultanın mülküne el koydu. Eskiden mahkemelerin duvarlarında ‘Adalet mülkün temelidir’ yazardı. Orada kastedilen mülkiyet değil, bizim vatan ya da devlet bildiğimiz şeyin ta kendisi. Adalet vatanın ya da devletin temelidir demek istiyor. Ama o zaman vatan olmadığı için bu mülk olarak görülüyor. Yani sultanı devirme eyleminin kendisi aynı zamanda bir el koyma hareketi. E sultanı devirdik, sultan ve onun oluşturduğu mekanizma artık vatanı yönetmeyecekse kim yönetecek? El koyan kimse o yönetecek. Yani halk yönetecek. 

'Halkın el koyduklarına el koymak ihanettir'

Cumhuriyet, laiklik bunların hepsi bu iki hareketten doğan kavramlar. Ama bir de karşı devrim var. Özelleştirme, devletin hızlandırılması veya kuralsızlaştırılması, meclisin etkisizleştirilmesi, cumhuriyetin tartışılır hale gelmesi. Bu durumda tersi olmuştur. Bizim yıkarak, el koyarak elde ettiklerimiz başka bir sınıf tarafından yine yıkarak ve el koyularak el değiştirmiştir. O zaman işçi sınıfının zaviyesinden baktığımızda bu sorunun çözümü mecliste bir şeyler yapmak, barışçıl yollar bulmak değil, aynı yola başvurmaktır. Çünkü yıkanlar ve el koyanlar o işlemi meşru kılacak bir de kurumsallaşmaya gidiyor. 

Özelleştirmeyle birlikte ona yasal ve ideolojik bir dayanak da oluşturuluyor. Deniyor ki, ‘Cumhuriyet’in ürettiği bu fabrikalar kötü yönetiliyor ve zarar ediyor. Biz bunları alacağız ve birdenbire kâr etmeye başlayacaklar. Hepimiz kazançlı çıkacağız’. Halbuki tam tersi, o bir el koyma ve yağmalama işi. Artık ortalıkta bir vatan olduğuna çok net söyleyebiliriz ki, özelleştirme vatana ihanet tanımına mükemmel uyan bir iş. Çünkü vatanın kendisi halkın el koymasının sonucu olduğuna göre, halkın el koyduklarına el koymak ihanettir.

Vahdettin’e vatan haini diyorlar. Vahdettin vatan haini değil. Vahdettin’in vatanı yok, mülkü var. Mülkünün haini olabilir. Vatana ihanet edenler artık saraylı, aristokrat, soylu değiller gücünü cumhuriyetten ve onun tanımladığı kavramlardan alan insanlar.

'Biz yıkacağız derken karşıda birileri zaten yıkıyor'

Bu durumda iki eylem karşı karşıya oluyor. Biz el koyacağız derken zaten birileri el koyuyor. Biz yıkacağız derken karşıda birileri zaten laik cumhuriyeti yıkıyor, halkın varlıklarına el koyuyor. Biz devrim yapacağız derken, bir yandan karşı devrim sürüyor. Artık hukukla konuşabileceğimiz bir meseleden ziyade iki sınıf bütün çıplaklığıyla karşı karşıya. Bugünkü meşruiyet de bu çıplaklıktan kaynaklanan bir şey. Yoksa 90’lı yıllarda bunu söylediğim için büyük hapis cezalarıyla yargılanmıştım.

Bu sadece Türkiye’yle ilgili bir şey değil, devrimlerin şekillendirdiği bu dünyada aynı şey var. Devrimlerin yıkıldığı yerlerde ortak sonuçlar var. Yağma, yıkma, el koyma, dinin gündelik hayatı kontrol etme girişimleri… Dedim ya laiklik militan bir şeydir diye. Biz laikliği tam olarak bunlar olmasın diye yapmıştık. Ortodoks Kilisesi Ekim Devriminden sonra çok kısıtlanmıştı. Kendini ülkenin efendisi sanan papazları ahır temizlemeye göndermişlerdi. Laiklik böyle bir şey. Bundan daha aşağısı kurtarmaz. Biz de politik olarak aynı şeyleri söylüyoruz. Tarikatları kapatacağız! Hatta bana kalırsa Diyanet’i de kapatmalıyız. Çünkü bunlar olmadığında laiklik olamaz. Laiklik kendi başına değerli bir şey değil. Laiklik olmazsa yurttaşlık da olmaz. Yurttaşlık olmazsa halk olmaz. Halk olmazsa cumhuriyet olmaz. 

Bu (sözlüğe işaret ediyor) aslında kavramları silkeleme ve birbirine bağlama denemesi. Editör arkadaşlarım yer yer tekrar olduğunu söylemişti. Tekrar bu işin doğasında kaçınılmaz olarak var. Diyanet’i tartışırken dayandığımız yerle laikliği tartışırken dayandığımız yerler arasında ortak noktalar var. Sözlüklerde tekrarlar olur. Alt başlığına uygun bir şey bu.

Önsözde yazdığı gibi her yeni dönem bir dil-tarih-coğrafya tartışması denemesi. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesinin kurulması rastlantı değil. Bir halk icat etme girişimi devrim. İcat kavramı duruma çok denk düşmeyebilir. Bunu ilk yazdığımda ‘halk icat mı edilir’ demişlerdi. Evet, halk icat edildi. Cumhuriyet’ten bu yana 100 yıllık tarihimiz bu icadın tarihi. Bazen ileriye adım atmış, bazen geriye düşmüş. En tartışmalı olduğu dönemin içinden geçiyoruz. Türkiye bu kavramlar ve tarihi itibariyle Cumhuriyet öncesine itilmiş durumda. 

'Bu sözlük doğru yolda'

Neden sözlük? Ben Voltaire’in ‘Felsefe Sözlüğü’nü çok beğenirdim. Aslında tam bir sözlük değil bugün anladığımız anlamıyla. Harcıalem maddeler. Bir yandan yerleşik kurumla kavga ediyor, zamanın o kavramlara verdiği anlamı değiştirmek istiyor ama Voltaire’in bir ayağı yerleşik düzenin içinde ve tereddütlü halleri var. Bize ilham verebilir ama bizim artık tereddüt etme lüksümüz yok. Bunu tüm çıplaklığıyla söylememiz gerekiyor. Ben bu seçim vesilesiyle bunu çok değişik yerlerde telaffuz ettim. Mesela her türden insanın geldiği Arnavutköy’de, AKP seçmeninin olduğu Başakşehir’de ve burada (Nâzım Hikmet Kültür Merkezi) aydınların, sanatçıların olduğu kalabalık bir toplantıda. 

Nasıl karşılandı?

Sadece aydınların ve sanatçıların olduğu yerde ‘Bu çok sert bir dil. Halk buna tepki gösterir’ diye bir yorum geldi. Onun dışında hiç kimse bana ‘Olur mu, ne diyorsunuz siz’ demedi. Bu, sözlüğün doğru yolda olduğunun göstergelerinden bir tanesi. Yani halk buna içgüdüsel olarak hazır. El koymazsa onun malına el konulduğunu tecrübe ederek öğrenmiş. Ama orta sınıf, bu yıkıcılığın rahatsız edici bir şey olduğunu düşünüyor. Gerçekten Voltaire’in hâletiruhiyesini anladım. Din ve dogmalara inanan halk konusunda Voltaire’in yazdıkları rahatsız edici. Ama sonunda bir yerde mutlaka o rahatsızlığı törpülemek üzere bir şeyler yapıyor. Ben yapmamaya çalıştım. Ama çalıştım deyince olmuyor bazen yapabiliyorsun. Bizim de ayağımız bu toplumun içinde sonuçta. Buradaki sorunlardan kaynaklı travmalarımız var. Bunu içinde yaşayan bir insan olarak söylüyorum. Bundan 10-20 yıl sonra okuyanlar kararını verecek.

Ilıman davranmak, dikkatli davranmak, ‘olay çıkmasın’ demek küçük burjuva hareketleridir. Halbuki felsefenin işi rahatsız etmek. Bilim hiçbir tezini rahatsız olurlar mı, olmazlar mı diye düşünerek ileri sürmez ki. O bildiğiniz söyler. Rahatsız olan olur, olmayan olmaz. Bilimin tek sınırı kendisidir. Felsefenin tek sınırı kendisidir. Bundan daha fazla bir sınır olmaz yoksa kendini inkar eder. Bu sözlüğü de o yüzden biraz serbest çağrışımla yazdım.

İçinde haddim olmayarak yazdığım evrenle, uzayla ilgili birtakım maddeler de var. Mesela felsefe tarihinde Yunanlar maddeyle uğraşmış, Mısırlılar yolculukla uğraşmış. Her dönemin arayışının bir odağı var. Modern dünyamız da yıldızlara bakıyor. Kim bakıyor? Aslında entelektüel bir azınlık bakıyor. Büyük şehirler, kalabalıkların uzayla ilişkisini tamamen kesti. Mısırlılar binlerce yıl aynı gökyüzüne baktı. Onların baktığı şeyle kurduğu ilişki bugün şehir ışıklarının kubbesi altında yaşayanlarınkiyle aynı olamaz. 

'Yeni kavramlar oluşturup sınıfla bağını kurmak lazım'

Bu kavramları bir yol açarak tartışmamız lazım. Başka alanlarda mesela modern fizikte de bir devrime ihtiyacımız var. Bizim bu alanda yaşadığımız sorunlar orada da ‘kuantum fiziği’ gibi meselelerle yaşanıyor. Kavramları silkeleme ihtiyacı orada da var. Çünkü yeni bir gerçekle karşı karşıya kaldığın zaman eski terimler duruma tam denk düşmüyor. Toplumun bu dil-tarih-coğrafya tartışmasını biraz daha ileri götürmesi lazım. 

Diyelim ki biz devrim yaptık, kavramları silkeledik. Bu yetmez, yeni kavramlar oluşturmak lazım. Bir de o kavramlarla yoksullar, işçi sınıfı arasında bağ kurmak lazım. Zamana da ihtiyacımız var. Bugün yurttaş desek kimse rahatsız olmaz ama düşünün Fransız Devrimcileri kralı, kraliçeyi yargılarken onlara yurttaş diye hitap ediyorlar. Bu ‘artık seninle eşitiz’ demek. Devrimler eşitler insanı, sonra anlamını kaybeder. Onun için birileri sözlük yazar, devrimle ilgili o ana fikri yeniden tartışmaya çalışır. Bir de denk geldi. Sözlükteki kavramlarla saha arasında bir bağ kurma şansı elde ettik. 

Şehremanetine karşı komün

Rakipleriniz İstanbul’u bir emanet olarak görüyor bu yüzden kendilerine "şehremini" diyor. Hatta Ekrem İmamoğlu ilk şehreminin mezarına bile gitti. "Tarih Sözlüğü"nde ele aldığınız kavramlardan biri de belediye. Sizse "Belediye bir ‘komün’dür, komünist işidir" diyorsunuz. Farkı nedir bu belediyecilik anlayışlarının?

Komün, komünizmde geliyor. Esası paylaşmak. O devrimci bir iş. El koymanın sonucu. Ama şehremaneti dediğimiz şeyde sultan şehri yönetmesi için bir memur atıyor. Şehremini dediğimiz insanlar sarayın memuru. Komündeki yöneticilerse şehre el koyan yoksul halk, işçi sınıfı. Taban tabana zıt iki şeyden söz ediyoruz. 

Diyoruz ki, ey halkımız belediyenin belediye olmasını, şehrin senin şehrin olmasını, toprağın senin vatanın olmasını istiyorsan el koyacaksın. Belediyeyi alacağız, 30 şirketin üzerindeki CEO’ları değiştireceğiz, biz de üstüne baş CEO olarak oturup devam edeceğiz diyemeyiz ki. Bunu söylediğimiz zaman kendimizi inkar ederiz. El koyacağız çağrısı bu yüzden. Belki ben sözlük çalıştığım için ifade sert oldu ama bunu daha kibar bir şekilde söyleyebiliriz: Kamulaştıracağız. Ama kamu dediğimiz şey de o el koyma hareketinin sonucu olarak ortaya çıktı. Köylüler, işçiler, burjuvalar Bastille Hapishanesini bastı, içeridekileri saldı. O toplandıkları alanda artık ne Vatikan’ın müridi ne toprağa bağlı köylü ne de padişahın kuluydular. Onlar artık Fransız halkıydı. Kamusal alan ayaklanan ve orada toplanan insanların yarattığı bir şey. Kamulaştırma da el koyma dolayısıyla.

Orhan Gökdemir, ''Tarih Sözlüğü''nü Türkiye Komünist Gençliği'ne anlattı.

Bunu çok derin bir şey gibi anlatmaya gerek yok. Sözlük aynı zamanda bir sadeleştirme girişimi. Tecrübelerim, yeteneklerim ölçüsünde yaptığım bir şey. Bu, her maddenin yan yana geldiğinde devrimci bir düşünme biçimini tarif etmedir aslında. Örneğin, şehit. O dinsel bir paye. Şehit dediğimiz din savaşında ölen kişi demek. Gazi dediğimiz din savaşında yaralanan kişi demek. Sen eğer cumhuriyet için, halkı için silah tutan asker öldüğünde ona şehit dersen bu aynı zamanda laikliğe aykırı bir eylem oluyor. 1930’lu yıllarda Gazi Mustafa Kemal demişler. Meclis’te baya kavga olmuş bu. Laik bir düzende gazi ünvanı olmaz. Çözememişler, sonra Atatürk soyadını alınca gazi ünvanının kadük kaldığını, dolayısıyla sorunun çözüldüğünü söylemişler. Bu tartışmayı bugün yapsak… 'Askerlerimiz ne şehidi oldu' desek savcı kapımıza bile gelebilir.

'Belediyelere komün olmanın yolunu açacağız'

O halde şehremanetinin Cumhuriyet öncesine ait eskimiş bir kavram olarak kalması gerekiyordu. Bugün nasıl hortlatıldı?

Belediye bugün komünden çok şehremanetine benzeyen bir şey. Sokaklarda halk muhalefetinin olduğu dönemlerde Türkiye’de çok etkili belediye başkanları oldu. Belediye yönetimlerinin halktan kaynaklanan güçlerinin olduğu dönemler oldu. Hatta daha ileri adım atma yönünde işaretler ortaya çıktı. Fatsa’da Terzi Fikri örneği gibi. Oradaki şey belediyeden komüne geçişti. Seçimle gelmiş, halktan biri diyor ki biz bu şehri artık beraber yürüteceğiz. Yola mı ihtiyacınız var, gelin beraber yapacağız. Orada düzenin rahatsızlığı bunun açacağı kapıyı görmüş olmasından kaynaklanıyor. Yoksa o dönem Fatsa gibi küçük bir ilçede kolektif bir iş yapılması niye ürkütsün ki kimseyi. Bizim de yapabileceğimiz şey bu. Belediyelere komün olmanın yolunu göstermek, yolunu açmak. Bu aynı böylece siyasi bir programa dönüşüyor. Bir kavram tartışmasının böyle devrimci bir sonuca yol açması çok şaşırtıcı. Devletle ilgili yapmak istediğimiz şey de bu. Devleti yeniden halkın devleti haline getirmek istiyoruz. 

İstanbul’da devrimlerin, mücadelelerin izlerinin silinmeye çalışıldığı bir dönemden geçiliyor. Yağma ve rant bir kenti kimliksizleştiriyor. Çoğu zaman buna belediyeler de aracılık ediyor. Komünistler bu durumu tersine çevirebilir mi?

Komünistler dünyanın her yerinden kentlerin en muhafazakar kesimi aslında. Bizim yıkıcılığımız kente değil, mülkiyete. Mesela Fransa’da o yıkıcılığı yapanlar 1789’da devrimi yapanlar veya 1871’de komünü geliştirenler değil ki. En önemli hedef de dar sokaklar yıkmak ve oralarda barikat kurulmasına engel olacak genişlikte caddeler açmaktı. 

İstanbul’da bu ölçekte bir değişimi ilk yapanlardan biri Menderes. Geniş caddeler açılırken İstanbul’un tarihsel dokusu tahrip edildi. Şehri bir otomobil uygarlığı olmaya hazırlıyorlardı. Şehrin genişlemesi gerekiyordu. Surların içine sığan bir şehir fikrinden nefret ediyorlardı. Bugünkü şehir o 70 yıllık yağmayla şekillenmiş bir şehir. 

'Ecdat yadigarı iki camiden ibaret değil'

Ben 1969’da geldiğimde burası 4,5 milyonluk bir şehirdi. Eyüp semti şehrin banliyösüydü. Şimdi Eyüp şehrin tam merkezinde kaldı. 50 yılda 4,5 milyonluk şehir, artık tam sayısını bilmediğimiz, Gebze’den ve Tuzla’dan başlayan sonunun nerede bittiği belli olmayan bir ucubeye dönüşmüş durumda. Bu büyüklüğün içerisinde şu tarihi yarım adaya ne oldu diye konuşmak da saçma bir şey aslında. Şehir orası değil artık. Bu ölçeğin içerisinde orası insanların yaşamadığı, günübirlik ziyaret edilen, mekanlar kapanınca nüfusu sıfıra inen, turistik bir yere dönüşür. 

Halbuki bu şehrin bir diyalektiği var. Ama şu an nerede ne var belli değil. Her yerde bir yağma var. Örneğin İstanbul Adliye Sarayı bir ucube bina yaptılar. Bunu çok sık söylüyorum, içimde bir yara. Osmanlı’nın ilk ‘Anıtkabir’i adliye içinde savcı ve hakimler için çay bahçesi haline getirildi. Abide-i Hürriyet Talat’ın, Enver’in, Cemal’in, Mithat Paşa’nın, Topçu Kışlasında şeriat isteriz diye ayaklananlara karşı savaşanların yattığı çok önemli bir yer. Şehre kapattılar. Oradaki mevzunun ne olduğu halk bilmesin istiyorlar. Bunları yaparken ‘ecdat yadigarlarını yükseltiyoruz’ diyorlar. İki camiden ibaret değil ki bu. 

Az önce sorduğun şehremaneti mi komün mü sorusu altında içi boşaltılan kavramlarla birlikte kurumları da tartışmış oluyoruz. Cumhuriyetle ilgili fikir yürütmenin kendisi bu kavramla ilgili fikir yürütmeden ayrılamaz. 

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayları arasında kitabı olan tek isim sizsiniz. Dinden felsefeye, Cumhuriyet’ten faili meçhul cinayetlere birçok eseriniz var. ''Tarih Sözlüğü'' de 20’nci kitabınız. Bir belediye başkanının bu konular ve kavramlarla ilgili olmasının ne faydası var? Sizi ''kitapsızlar''dan ayıran ne?

Her belediye başkanı illa kitap yazsın dememiz mümkün değil ama kitapsız olmaması lazım sonuç itibariyle. Yönetmeye talip olduğu kentle ilgili asgari bilgiye sahip olması, tarihini biraz bilmesi lazım. Ecdat falan diye geçiştirebileceğimiz bir şey değil. Kent çok dinamik, içinde her boydan sınıf var. Hangi mahallede ne olduğunu az çok kestiremezsen nasıl yöneteceksin? İstiklal Caddesinde yürüyüp Beyoğlu ilçesi hakkında bilgi sahibi olamazsınız ki. Tarlabaşı’nı görmeniz, Okmeydanı’na gitmeniz lazım. İstanbul, Sultanahmet Meydanından ibaret değil ki. Başakşehir diye bir ilçesi var. Gidip orada ne olduğunu görmeniz lazım. Planları bilmeniz lazım.

'Yağmalamaya 'kitapsızlar' talip'

E bir de bu konuyla ilgili olmanız lazım. Ben sadece kitap yazma vesilesiyle değil, aynı zamanda kamu yöneticisiyim. Üniversitede aldığım eğitim de bu mesele üzerine. Arkadaşların tek işi var: İnşaat. İki yüz tane işi müteahhitlik olan aday var. Hepsi gelip inşaat yapmaya hevesli. Bu şehirde inşaat en son düşünülecek işlerden biri. Müteahhitlikten başka meslek, sermaye birikiminden başka birikim bırakmadılar geriye. Ekrem İmamoğlu mal varlığını açıkladı. En mütevazi de onunki. Malvarlığı içinde saymadığı 3 tane ne desem saray mı, villa mı çıktı. Bu iki şeyi gösteriyor. Bir, İstanbul’da ne kadar büyük bir rantın olduğunu. İki, bunun ne kadar orantısız ve acımasız paylaşıldığını.

Bütün mesele Türkiye’nin en büyük holdingi olan, bütçesi birçok bakanlıktan fazla olan, içinde 100 bin emekçinin çalıştığı devasa kaynağın üzerine oturmak, aynı düzeni sürdürmek ve oraya dayanarak yeni başka işler yapmak. Erdoğan oradan geldi ve yeni bir rejim kurdu. Ekrem İmamoğlu da arkasından yürüyerek, başka güçlere de yaslanarak Türkiye’yi düzlemeye çalışıyor. Komik bir şey söyleyeyim. Türkiye’nin son 40 yılından İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin etkisini çıkarabilirsek, Türkiye’de ayakta kalan bir laik Cumhuriyet olabilir. Ne kadar acı. 

Bir kere böyle şehir olmaz. Bu sürdürülebilir değil. Sadece trafik açısından değil, deprem olsa dışarı çıkamazsınız. Sahiller Anayasa göre kamu malı ama göremiyorsunuz. Onlara el koyduk diyelim. Kamu yararına kullanalım diyemeyiz. Onları derhal yıkmamız lazım. Köprü, yol yaparak bu kente kimsenin yapacağız bir katkı yok. 

Buraya talip olmak için bunları bilmek lazım. Çünkü halk için bir şey yapmaya niyetli olmalı. Sadece yağmalamaya geldikleri için hiçbir şey bilmelerine gerek yok. Kitaplılarla kitapsızlar arasındaki fark böyle bir şey. 

Orhan Gökdemir kimdir?

1963 yılında Giresun'un Bulancak ilçesinde doğdu. Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümünden mezun oldu.

1987 yılında Toplumsal Kurtuluş dergisi ile gazeteciliğe başladı. 1988 yılında dergiye açılan davadan dolayı Yalçın Küçük, İlhan Akalın ve Hüsnü Öndül’le birlikte tutuklanıp Ankara Ulucanlar Cezaevine gönderildi.

Yeni Ülke, Gerçek, Nokta, Yön dergilerinde çalışmış ve birçok gazetede yöneticilik yaptı.

Yazdığı kitaplarla ilgili pek çok dava açıldı ve bu davaların bir kısmından dolayı hapis cezalarına çarptırıldı. 28 Şubat sürecinde bu kitaplardan biri olan “Öteki İslam” gerekçe gösterilerek çalışması engellendi. Mehmet Ağar’ı konu alan “Pike” ve Mehmet Eymür’ü konu alan “Eymür” kitapları hakkında pek çok dava açıldı ve cezalar aldı. SkyTürk TV ile başlayan televizyon haberciliği serüveni CNNTürk’te Enver Aysever ile birlikte yaptığı Aykırı Sorular programı ile devam etti. Hâlen soL’da yazmaya devam ediyor.