Avrupa’nın temelindeki karanlık ideoloji: Irkçılık

Irkçılık Avrupa kaynaklıydı; sömürgeciliğin, emperyalizmin, soykırım hareketlerinin, kapitalizmin, liberal ekonomik modellerin ve nihayet aşırı tüketim, israf ve konfora dayalı modern Batılı hayat tarzının ideolojisiydi.

Haber Merkezi

Irkla ilgili bilimsel kuramlar 19. yüzyılın sömürgecilik hareketleriyle birlikte ortaya çıktı. Avrupa kapitalizmi işgal ettikleri coğrafyalarda yaşayan insanların ilkel olduğunu, dolayısıyla topraklarının işgal edilmesinin haksız bir eylem sayılmayacağını iddia ediyordu. Hindistan, Mısır gibi farklı uygarlık bölgelerinin işgali böylece meşru kılınmış olunuyordu. İnsanı ırka dayalı tasnif etmenin öncülüğünü ise Kont Joseph Arthur de Gobineau (1816-1882) yaptı. De Gobineau’ye göre üç temel ırk vardı:  Üstün bir zekâ, ahlak ve iradeye sahip beyaz ırk; hayvan tabiatı, ahlak yoksunluğu ve duygusal kararsızlıkla belirlenen çok az kapasiteye sahip siyah (Negroid) ırk ve sarı (Mongoloid) ırk.

Avrupa kapitalizmi bu ırk ayrımı ideolojisine dayanarak gerçekte Asya’nın bir uzantısı olan Avrupa’yı ayırıyor, ayrı bir kıta olarak tanımlıyordu. Böylece ırkçılık Avrupa kültürünün temeli haline getirildi. “Irk bilimi” Batı icadıydı.

Nazizm, Avrupa’nın temelindeki o karanlık ideolojiyi aldı, yeniden yoğurdu ve üstün Alman ırkçılığına dönüştürdü. Nazizmin yenilgisiyle sonuçlanan 2. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda “ırk bilimi” bütünüyle gözden düştü. Biyolojik açıdan belirli “ırklar”ın olmadığına karar verilmişti. 2. Dünya Savaşı’nın ardından ABD’de ırk ayrımının “yasal olarak” sona ermesi ve Güney Afrika’da Apartheid rejimin yıkılması “biyolojik” ırkçılığın reddedilmesinde önemli dönüm noktalarıdır. Böylece ırktan, kültüre hızlı bir yatay geçiş yapıldı. “Avrupa Irkı” yoktu ama belirgin bir “Avrupa Kültürü” vardı ve bu kültür Avrupa’yı diğer coğrafyalardan ve kültürlerden ayırıyordu.

Avrupa'da insan kafesleri

Irkçılık ve faşizm Avrupa kültürünün birer tarihsel parçası. Daha bir yüzyıl önceye kadar uygar Avrupa’nın birçok şehirlerinde, uzak sömürgelerden getirilen “yerliler” kafesler arkasından halka parayla sergilenmekteydi. 1877-1912 yılları arasında Avrupa’da 30’un üzerinde “sergi” düzenlenmişti. İlk etkinlikte teşhir edilenler Eskimolar’dı. 20. yüzyılın başında Marsilya ve Paris’te, Afrika, Asya’daki sömürgelerden getirtilen yeriler teşhir ediliyordu. Bu etkinlikler hem üstün beyaz adamın eğlenmesini sağlıyor hem de köle tüccarlarının cüzdanlarını doldurmalarına vesile oluyordu.

Avrupa ırkçılığının öz evladı Nazizm, Avrupalılara kendilerinin de ötekileştirilebileceğini göstermişti. İkinci savaştan sonra ırkçılığa dayanan tasnifler ve kuramlar ayıplandı, üniversitelerin ilgi alanından uzaklaştırıldı. Ancak Avrupa’ya işçi göçü bu ırkçılığın çeşitli biçimlerde tekrar nüksetmesine yol açtı. Avrupalılar Avrupa kültürü ile uyumsuz, yeteneksiz, vahşi yeni kölelerle tanışıyordu. Son yıllarda Avrupa’ya göç akını ile dikenli tellerle çevrili toplama kampları da geri döndü. Bu kamplarla birlikte bütün Avrupa’da ırkçı-sağcı partiler de yükselmeye başladı.

Afrika’nın ucunda bir ırkçılık adası

15. yüzyılda “Beyaz adam” suyu kaynağından içmek için Afrika içlerinde ilerliyordu. Güney Afrika için her şey Bartholomeu Dias’ın 1488’de Ümit Burnu’nu geçmesi ile başladı. Avrupalılar yeni bir Hindistan yolu bulmuşlardı. Avrupa ile Hindistan arasında seferler yapan İspanyol, Hollandalı, Portekizli ve İngiliz gemiciler için Güney Afrika sahilleri bir uğrak noktasıydı. Jan Von Riebeek isimli bir doktor, 1652 senesinde çalışmakta olduğu Hollanda-Doğu Hindistan Şirketi adına Güney Afrika’daki Cape Town şehrinin bulunduğu Tavola Körfezinde, ticaret gemileri için depo ve levazım istasyonu kurdu. On yedinci yüzyılın ortasında kurulan bu ticari üs aynı yüzyılın sonlarında koloni haline getirildi. Önce Fransızlar, sonra İngilizler bölgeyi işgal edip kendi sömürgeleri arasına kattılar.

İşgalci beyaz Avrupalıların burada yerli halka karşı uyguladığı ırk ayrımı politikası, sözde 1807’de İngilizlerin çıkarttığı kanunla kaldırıldı. Fakat azınlıkta olan Boer adı verilen çiftçiler tarafından ırk ayrımı şiddetle sürdürüldü.

Sömürgeci İngiltere ile ırkçı Boerler arasındaki kanlı savaşlar, 1902 senesinde İngilizlerin kesin galibiyeti ile son buldu. Birinci Dünya Savaşından sonra ırkçılık, 1924’te başa geçen General Herzog’un zamanında çıkarılan kanunlarla meşru hale getirildi. Zencilerin yurttaşlık ve siyasi haklarını ellerinden aldı.

Güney Afrika’da siyahîlere uygulanan ayrımcılık, 1948 yılı genel seçimlerinden sonra resmileşerek sürdü. Bu düzen 1958 yılından itibaren yasalarla da desteklendi. Güney Afrika’nın, ırksal ve etnik çizgilerle beyaz, renkli ve Asyalı olarak bölünmüş halkları için “ayrı gelişme” politikası benimsenmişti. Haklar ve görevler ırk ayrımına göre dağıtılıyordu. Bin kadar yasa ve yönetmelik, farklı ırkların üyelerini, kentlerde, mahallelerde, parklarda, trenlerde, otobüslerde, okullarda, hastanelerde, sporda, telefon kabinlerinde, hatta hayvanat bahçelerinde birbirlerinden ayırmaktaydı. Yasalar, “polis bölgesi” olarak nitelenen kentlerde yerli halkın sürekli olarak oturmasına izin vermemekteydi. Yerlilerin sendika ve toplu pazarlık hakları sınırlandırılmıştı. Beyaz olmayanlar seçimlere katılamıyordu. “Apartheid” adı verilen “ayrı gelişme” ilkesi, dokuz kadar kabilenin ve Beyazların “kendi kendini” yönetmesi ve “kendi yönetimlerine sahip olması” olarak sunuluyordu. Beyaz adam ikiyüzlüydü, zulmüne işte böylesine dolambaçlı isimler takıyordu.  Özetle toprakların % 13’ü, nüfusun % 80 kadarını oluşturan yerli halkın; % 87’si, % 20’lik Beyazların elindeydi.

Apartheid: Avrupalı beyaz adamın zulmü

Beyaz adam siyahi “yırtıcı hayvanlara” hak ettiği gibi davranmakta mahirdi. Apartheid’a aykırı hareket ettiği için 1975-1984 yılları arasında tutuklanan Afrikalı sayısı iki milyondan fazlaydı. Resmi apartheid öncesini de kapsayan bir araştırmaya göre, 1916’dan 1981 yılına kadar olan 65 yıllık süre zarfında “geçiş yasaları” yüzünden tutuklanan Afrikalı sayısı 17 milyon 120 bin kişiydi.

Güney Afrika’da küçük bir azınlık halinde bulunan Avrupalı beyaz adam, vebalı hastalar gibi muamele ettiği yerlilerden uzak kalabilmek için olağanüstü masraflı düzenlemelere gitti. Siyahlar ve beyazlar için ayrı mekânlar, ayrı oturma düzenleri, ayrı tuvaletler, ayrı bina girişleri vs. hem özel ve karmaşık bir planlamayı, hem de inşaat ve tadilat bakımından daha fazla harcamayı beraberinde getirdi.

Apartheid, bütün bir Güney Afrika nüfusunu etnik temelde ayrıştırma ve şehirleri yeniden dizayn etme projelerinden gündelik hayattaki küçük ayrıntılara kadar yürütülen bir ayırma ve ayrımcılık politikası ve sisteminin genel adı oldu.

Cape Times’ın 13 Aralık 1960 tarihli nüshasında şöyle bir haber yer alıyordu: “Binlerce Sterlinlik bir maliyetle Salt River istasyonunu Salt River Demiryolu atölyelerine bağlamak üzere demiryolu çalışanları için yeni bir altgeçit inşa edildi. Altgeçit, beyaz işçilerin ve beyaz olmayan işçilerin atölyelere farklı altgeçitlerden ulaşmasını mümkün kılacaktır. Fakat farklı altgeçitlerden yürüdükten sonra beyaz olan ve olmayan işçiler atölyede yan yana çalışmaya devam edecektir.”

Bu düzenleme çabaları, çoğu zaman trajikomik vakaların yaşanmasına da yol açtı. Cape Town’daki merkezi belediye kütüphanesinde farklı ırktan insanlar için ayrı ayrı çalışma masalarının tahsis edilmesi yönünde düzenleme yapıldı; fakat beyazların ve beyaz olmayanların aynı kitaplardan yararlanmasına bir yasak getirilmedi.

Deniz kıyısındaki kayaları bile böldüler

Yerel bir gazetede yer alan hükümet bildirisine göre deniz kenarında balık tutan kimselerin işgal ettiği kayalarda apartheid ilkelerinin uygulanması için, yani beyazların ve siyahların ayrı ayrı hangi kayalar üzerinde balık tutabileceğinin belirlenmesi için çalışma başlatılacaktı.

Cape Town, Pretoria, Johannesburg ve Durban’da sayısız Afrikalı sporsever, boks ve futbol maçlarını seyretmekten menedildi. Merkezi hükümetin bakanları, beyaz olmayan davetlilerin de yer aldığı diplomatik ve diğer resepsiyonlara katılmayı reddetti. Cape Town Newlands Stadyumu’ndaki bir ragby maçını seyretmek için başvuran “renkli” insanlara hükümet şu şartla izin vermişti: Kendileri ile beyaz seyircilerin arasına iki metre yüksekliğinde bir tel çitin örülmesi. Yine aynı dönemde ABD uçak gemisi Independence’in Cape Town’a yapacağı ziyaret iptal edildi; zira Güney Afrika hükümeti, karaya çıkacak Amerikalı pilotların hepsinin beyaz olmasında ısrar etmişti. “Renkli” ırktan hemşirelerin hastanede beyaz hastalara bakmasına izin verilmedi; öte yandan siyahi dadıların evde beyaz bebeğe banyo yaptırmasına müsaade edilmekteydi. Bir beyazla 30 yıldır evli olduğu anlaşılan bir Çinli, Ahlâksızlığa Dair Yasa’ya göre suçlu bulundu. Fakat bundan daha feci olanı, farklı etnik kökenden insanların bir arada yaşadığı konutlara polisin gece yarısı düzenlediği baskınlarla yaşanıyordu. Cinsel ilişkide bulunduğundan kuşkulanılan bu tür çiftlerin yatak odalarına giriliyor, yatak çarşaflarının ısısı ölçülüyor ve üzerinde sperm izleri aranıyordu. Hatta söz konusu yasayı çiğnediklerine dair kişiler aleyhine kanıt sağlamak amacıyla yatak odalarına gizli kamera yerleştirildiği dahi oluyordu.

1971’de Cape Town’daki otel ve lokantaları ilgilendiren bir apartheid düzenlemesi hayal gücünün sınırlarını zorlamaktaydı. “Tabak bez apartheid’ı” diye adlandırılan düzenlemeye göre beyazlar ve beyaz olmayanlar tarafından kullanılan farklı bardaklar ayrı ayrı yıkanıp muhafaza edilecekti. Beyaz kişilerin ve beyaz olmayan kişilerin bardaklarını kurulamak için ayrı bezler kullanılacaktı.

Irkçılık Avrupa kaynaklıydı; sömürgeciliğin, emperyalizmin, soykırım hareketlerinin, kapitalizmin, liberal ekonomik modellerin ve nihayet aşırı tüketim, israf ve konfora dayalı modern Batılı hayata tarzının ideolojisiydi. Irkçılık ideolojisi gereği, insanların deri rengi veya kafatası yapısından yola çıkarak yetenekleri, eğilimleri ve davranış biçimleri belirlenmeye çalışıldı. Gobineau’nun tarif ettiği, Rudyard Kipling’in yücelttiği “beyaz adamın yükü”nü kavramaktan aciz, onun uygarlaştırma çabasına karşı koyan “vahşi” ve “yarı şeytan” topluluklar, ortadan kaldırılması gereken hilkat garibeleri olarak muamele gördü.