Türkiye çöküyor, AB ve Avro çözülüyor

Yineleyip duruyoruz, ama yinelemezsek de olmuyor ki: İslamcı Ankara'nın boyunduruğu altındaki Türkiye çözülmüyor, çöküyor; hem de gürültüyle çöküyor. Biz burada zaman zaman “çözülüyor bu ülke” diye yazarken iyimsermişiz. Korkunç sesler duyuluyor artık ve “bu daha başlangıç”.

Peki, ya Avrupa ve onun patronu (“jeoekonomik güç”), Türkiye'nin dizginlerini elinde tutan Almanya nasıl? O, yükseliyor mu? Örnek: Berlin'in kendine göre biçtiği “avro”nun çökmemesi mümkün mü? Alman sermaye sınıfının, neredeyse kulaklarından fışkıran ve bilgisayar sistemleriyle ürettiği paraları park ettiği banka sisteminden gelir (faiz) alamaz olduğu, tersine, para yatırıp üstüne bir de bedel ödediği (“negaif faiz”) yaşlı kıtada, işlerin yolunda gittiğini iddia eden kaldı mı? Avro, daha doğrusu AB çözülmüyor mu?

Türkiye çöküyor, AB ise bir çözülme sürecinde, diyebiliriz. Neden mi?

İhracat manyaklığı üzerinde bir neoliberal saldırı karargâhı olarak yükselen AB ve “avro”ya bugünlerde habire ömür biçiliyor. Almanya'nın ihracat şiddeti tüm Avrupa'yı dağıttı çünkü. Brexit'le bir türlü AB'den çekilemeyen İngiltere (daha doğrusu “Büyük Britanya”), Birliği daha şimdiden darmaduman etti. Londra'nın kendisi zaten dikiş tutturamıyor. Tamam da, ya “Drexit”, yani Almanya'nın (Deutschland) Avro'dan çıkışı gündeme gelirse? Bu ihtimal artık ana akım medyada bile dillendiriliyor.

Almanya'nın Avro Bölgesi'ni terk etmesi gerektiğini açıkça ileri süren görece genç kuşak “bestseller” yazarlar var. Bunlardan Matthias Weik ve Marc Friedrich, tarihin görmediği bir çöküşe gittiğimizi önümüzde ay sonunda kitap halinde piyasaya verecekler. Yüz binler, belki de milyon satacağını şimdiden söyleyebiliriz. Avro sisteminin ve hatta AB'nin bir çöküş sürecine girdiğini haykıran bu tür insanların sayısı az değil, güçleri de artıyor ve hazretlerin öyle solculukla falan bir ilgileri de yok. Servet koruma önerileri geliştiriyorlar. Çünkü bir mülksüzleştirme dönemine girdiğimizi ileri sürüyorlar. Yalnız değiller.

Değiller, çünkü artık akademi de durumun ciddiyetine yerleşik medyada dikkat çekme gereği duyuyor. “Tarzan zor durumda”, demek ki...

PARA ÇIKMAZI: KUZEY VE GÜNEY AB

Bunları solcular söylemiyor, dedik: Hamburg Helmut-Schmidt Üniversitesi profesörlerinden Dirk Meyer ve asistanlarından Arne Hansen, geçen ay büyük sermayenin haftalık ekonomi dergisi Wirtschaftswoche'de bir kısa analiz yayımlayarak, Avrupa Bölgesi'nde birleşik bir para politikası izlemenin sadece kuruntu, yani hayal olduğunu ilan etti: “Eğer ulusal merkez bankaları kendi zevkine göre para yaratabiliyor ve bu, parasal birliğin tüm üyelerince kabullenilmek zorunda kalıyorsa, böyle bir parasal birliğin yürümesi mümkün değildir.”

Neresinden bakılırsa bakılsın, bu gerçekten acımasız yargının dayandığı kaynakları da açımladı Meyer ve Hansen kısa analizlerinde. Solculuk veya sosyalizmle olumlu bir ilişkileri olduğu söylenemeyecek bu iki akademisyene göre, AB'nin Kuzey'inde devlet bütçeleri vergiler ve piyasa kredileriyle finanse edilmek istenirken, aynı AB'nin Güney'i, bu finansmanı para basarak, yani tüm dengeleri bozarak yapmak istiyor: “Kalıcı, istikrarlı bir parasal birliğin temeli böyle oluşturulamaz.” Galiba bu analizin asıl ağır uyarısı, analizin girişinde tek cümleye sığdırılmış bir notta yatıyor: Bugünkü dağınıklıkla, tarih içinde 1918 yılında Kron bölgesinde, Avusturya, Macaristan, Çekoslovakya ile Polonya, İtalya ve Yugoslavya'nın bazı kesimlerinde  merkez bankalarının kendi hesaplarına para basmaları arasında bir bağlantı kuruyordu iki analist. Bu hatırlatmanın acımasız olduğunu belirtelim.

Avro Bölgesi'ndeki ulusal merkez bankalarının elinde bir enstrüman var Meyer-Hansen'e göre ve bu enstrüman bir tür ulusal ek para yaratmalarını mümkün kılıyor (“ANFA-Aggrement on net financial assets”).  Bu değerli kağıt alımlarını ulusal merkez bankaları kendi risk ve sorumluluklarında sürdürebiliyor. Bunlara karşılık ayırdıkları merkez bankası parası üzerinden de kendi hesaplarına bir (ek) para yaratmış oluyorlar Avro Bölgesi'nde. İspanya, İtalya, Portekiz, İrlanda örnekleri sıralanıyor.

İpler Avrupa Merkez Bankası'nın elinden kaçmış bulunuyor. Parasal bir kaosun terbiyeli ifadelerle yinelenmesi değil de, nedir bu?

Ayrıntıda yatan şeytandan ve kapitalizmin aşağılık üç kağıtlarla emekçilerin boğazına çökmesinin enstrümanlarından söz ediyoruz aslında. Ama bu karışık işler, AB sömürü düzeni ve onun siyasi rejimi “Avrupa demokrasisi”, yolun sonuna gelmiş görünüyor. Herkes kopacak fırtınayı bekliyor.

Türkiye'yi paramparça edip, AB'den çare çıkarmaya çalışanlar, Berlin'de demokrasi dilenebilir, her şeyi yapabilirler. Biz bu türü iyi tanıyoruz, ama AB'nin kendisi himmete muhtaç bir dededir artık. AB ve Avro Bölgesi'ndeki çözülmenin finansmanı, Türkiye gibi zayıf halkalar paramparça edilerek sağlanmak isteniyor. Bazı iyi niyetliler belki bunu görmek istemiyor ve Avrupa'dan yemleniyor... Ancak kötü niyetlilerin ağırlıkta olduğunu düşünmek zorundayız. Berlin'de 2019 eylül sonlarında yapılan, Türkiye kökenli her türlü sol etiketli döküntünün katıldığı “Demokratik Türkiye için Toplumsal Sözleşme Arayış Konferansı” tarihimize bir ibret levhası olarak kazınmalıdır.

Bu cahil ve Türkiye ilericiliğine düşman güruhun üzerinden atladığı iki çok belirgin şey var: Biri, Türkiye'den çıkacak Yugoslavya kaderinin tetikçileri olarak kullanıldıklarıdır. İkincisi de, Berlin güdümlü AB ve Avro Bölgesi'nin bir çözülme kaderi yaşadığı ve yakın çevrede yaratılacak parçalanmalardan, kendi çaresizliğini finanse etme hesaplarıdır. İyi. Bunlar, Türkiye ilericiliğinin çöpü olarak şimdilik bir kenarda beklesin.

Bizim söyleyeceğimiz, çok açık: Türkiye'ye, ABD'den de AB'den de bir hayır gelmesi mümkün değil.

TÜRKİYE 2023: 'ERDOĞAN ÇÖLÜ'NE DOĞRU

Gerçekten de 2023'te Türkiye'nin parça pinçik bir “Erdoğan Çölü” haline geleceği söylenebilir, ama aynı tarihte AB'nin ne olacağını öngörebilen var mı? Avro'nun bu haliyle dolaşımda kalamayacağını ileri süren ciddi iktisatçılar var. Hepsi, bir çözülmenin başladığını anlatmaya çalışıyor.

Daha açık olsun: Avrupa'dan Türkiye'ye bir destek falan çıkmaz, çıkamaz. Ama daha çok 1914'e yaklaştığımızı hatırlatan Kemal Okuyan'ın, yeni kitabı vesilesiyle anlamak isteyenlere anlatmaya çalıştığı şey, yani “İnsanlık kırılma anına yaklaşıyor, bundan kaçış yok” uyarısı çıkar. Bir Türk devrimcinin bu analizini yaşlı kıtanın devrimci sosyalistleri ciddiye alırsa, mesafe kaydetmiş oluruz hep birlikte. Umutsuz değiliz tabii. Döküntüleri kaderleriyle baş başa bırakalım. Sürekli vurguluyoruz, geçerken yinelemiş olalım: Türkçe, Rusça ve Almanca içinden modern zamanlarda en korkunç çıkmazlarda inanılmaz yükselişler çıkmış ve kimsenin ihtimal vermediği başarılara, cumhuriyetlere imza atabilmişlerdir. Bir umut da bu tarihsel birikimde. Türkiye ilericiliğine, devrimciliğine düşman gruplar zaten Berlin'de, Paris'te, Londra ve Brüksel'de toplanmayacak da nerede toplanacak?

Sonuçta, yaşanan çaresizliği, sadece Okuyan gibi angaje devrimciler ve yazarlar değil, çok başka bir dünyanın tuzu kuru akademisyenlerinden Gilles Kepel de görüyor ve Der Spiegel'e “Durum Avrupa 1914'teki durumla karşılaştırılabilir” açıklamasını yapıyor. Çöküşümüz, AB'deki çözülmeyi finanse edebilir mi? Berlin'deki uşak kuşların hiç anlayamayacağı şeyler bunlar.

Sona geldik. Tıkanma ortada: Avrupa'nın Berlin güdümlü emperyalist rejimi, ihracat üzerinde yükseliyordu, ama şimdi içeriden ihracat rejimini can evinden vuracak bir başka gerici, prefaşist parti (AfD) yükseliyor. Aynı Berlin, içeride ve dışarıda yeni bir militarizasyon sürecini tetiklemek zorunda kalıyor. Patron, tam da bu durumda. Yahu, Angela Merkel'den sonra ne geleceğini bilen yok.

Bu “kırılma anı”, bu nihai sahnemiz, galiba geçmiştekilere benzemeyecek. Altından kalkabilirsek, sosyalizmi de büyük ölçüde rektifiye etmiş olacağız. Yenilemeye başladık bile. Belki TKP'den korkmalarının bir nedeni de budur. Korkmakta ve bizden nefret etmekte haksız olduklarını söyleyemeyiz. Haklılar.

Sosyalizm ve Türkiye'den nefret edenler bizi neden sevsin?