Almanya’da dünkü çığlıklar, bugünkü homurtular

Bu çılgınlığın sonlandırılmasının 79'uncu yılını kutluyoruz. Kutlarken fakat, tasalar içinde olmaktan kendimizi kurtaramıyoruz.

Cemil Fuat Hendek

“Bu savaşı kazanmak zorundayız. Bitip tükenemeyiz. Şayet diğerleri kazanırsa ve Ruslar, Polonyalılar, Fransızlar ve Çekler altı yıl boyunca bizim onlara yaptığımızın pek az bir yüzdesini halkımıza yaparlarsa, birkaç hafta içinde tek bir Alman kalmaz.“

1945 yılının Nisan ayı sonlarına doğru savaşın gidişatı üzerine Alman halkına son bir yalan daha söylemeye çalıştılar: “Hitler büyük bir taktik uyguluyor. Hazırlıklar tamam. Düşmanı ülkenin içine çekip tamamen yok edecek.“ Gerçek olansa, Doğu cephesinde Alman silahlı güçlerinden geriye kalanların tankları ve taretli araçlarıyla tarlaları ezerek, ormanları yakarak, köprüleri atarak, tren raylarını sökerek, taşıyamayacaklarını hurda haline getirerek geri çekilmekte oluşuydu. Kızıl Ordu durdurulamayacak bir yürüyüşle ve inanılmayacak bir hızla iki koldan Berlin’e yaklaşmaktaydı.

Ve çok geçmeden, Almanya’da bir çığlık yankılandı: “İvan Berlin’in kapısına geldi!“

Hitler’in emri kesindi: Son ere kadar savaşılacak! Kızıl Ordu Berlin kapılarına dayanınca 16 ile 60 yaş arasında bütün erkekleri silah altına alma emri daha da genişletilmiş, 15 yaşından 70 yaşına dek tüm erkekler orduya katılmaya çağrılmış, reddedenler ve kaçanların anında infaz edileceği ilan edilmişti.

İkinci çığlık, Hitler’e sadakat yemini etmişlerin bir sokaktan ötekine, bir evden diğerine direnmeye çalıştıkları bir sırada fısıltıyla kulaktan kulağa yayılan bir dedikodunun gerçek olduğu anlaşıldığında yükselecekti: Faşist imparatorluğun başındaki Führer ve Nazizmin propaganda borazanı Goebbels eşleriyle birlikte intihar etmişlerdi. Goebbels aynı anda dördü kız, biri erkek beş çocuğunu da öldürmüştü.

Üçüncü ve son çığlık da 2 Mayıs günü Parlamento binası Reichstag’ın tepesine kızıl bayrak dikilince koptu: “Kızıllar Berlin’i ele geçirdi! 

Ondan sonra bir suskunluk kapladı ülkeyi. Yenilmişliğin ezikliği, başa gelebileceklerin korkusuna karıştı…

***

Yazının başında alıntıladığım cümleleri o günlerde batıya doğru yol alan bir trenin tıkış tıkış dolu vagonunda yaşlıca, göğsü nişanlarla süslü bir askerin yanındakine söylediği rivayet olunur. Uydurulmuş da olsa, korkunç bir ölüm makinesi olan Nazi ordularının başındakilerin nasıl bir korkuyla Amerikalılara ve İngilizlere sığınmaya çalıştıklarını, yukarıdaki sözlerden daha güzel ifade etmek zordur.

Korkuları yersiz sayılabilir mi? Sayıları telaffuz ederken boğazım düğümleniyor: Önce çoğunlukla duyduğumuz 5 milyonu aşkın Yahudi. Evet, tam bir soy kırımı! Ya Sovyet topraklarında katledilen 27 Milyon insana ve diğerlerine ne diyeceğiz? Çin Cumhuriyeti’nde 13,5 milyon, Polonya’da 6 milyon, Yugoslavya’da… Hayır! Sayılara indirgenemeyecek bir insanlık suçuydu işlenen.

Bu hayal etmesi olanaksız boyutlardaki katliam bir soya, etnik gruba, ulusa ya da ırka yönelik olmadığı için mi soykırımına girmiyor? En başta komünistler, sonra da yurdunu istilacılara karşı savunmaya çalışan yurtseverlerdi faşistlerin hedef tahtasına koydukları. Ellerinden gelse, soylarını da bırakmamacasına son ferdine dek kıracaklardı.

***

2 Mayıs tarihinde İtalya’da Güney Cephesi için, 4 Mayıs’ta Mareşal Montgomery’nin karargahında da Danimarka ve Hollanda sınırları için sadece ordu birliklerini kapsayan kısmi teslim anlaşmaları imzalayanlar Doğu Cephesi’nden vazgeçmiş görünmüyorlardı. Üç gün sonra da Reims’da General Eisenhower’le yapılan anlaşmayı Stalin yetersiz bulacaktı.

9 Mayıs sabahının 15inci dakikasında Alman ordusu adına Mareşal Wilhelm Keitel’in, Alman Donanması adına Amiral Hans-Georg von Friedeburg’un ve Hava Kuvvetleri adına Hans-Jürgen Stumpff’un imzaladıkları Koşulsuz Teslim Anlaşmasını onaylayan Mareşal Şukov, Alman mareşalin odadan çıkarken verdiği asker selamını almadı.

***

Umarsız duruma düşenlerin koşup, Amerikalılara ve İngilizlere sığınmasının tek nedeni Kızıl Ordu’nun başlatacağını düşündükleri öç alma fırtınası değildi. Bir hesap da -ya da umut diyelim-  Amerikalılarla İngilizleri Sovyetler Birliği ile çatıştırma olasılığıydı. Ama hesap tutmadı. Her iki ülkenin komutanları deneyli askerlerdi. Savaş boyunca siyaseti de öğrenmişlerdi. Askerleri ve subaylarıyla birlikte tüm Kızıl Ordu’daki ve onların arkasında duran siyasi güçteki kararlılığın farkındaydılar. Stalingrad kuşatmasını kırdıktan ve en son Kursk Dönemeci’nden sonra zaferden zafere koşarak Berlin’e gelenlerin, o uzun ve kanlı çatışmaların yorgunluğunu çoktan unutmuş olduklarını, nihai zaferin verdiği enerjiyle büsbütün güçlendiklerini bilecek kadar da askerlik deneyimine sahiptiler. Bir ay boyunca Berlin’e gitmediler, kenti Kızıl Ordu’ya terk ettiler.

Öte yandan “bu bekleyiş bir tuzak mıydı acaba” diye çok kez düşünmüşlüğüm var. Kızıl Ordu’nun Berlin’de estireceği bir nefret fırtınası... Toplu katliamlar, yağmalamalar, ırza geçmeler. Hani şu trendeki askerin korktuğu... Herkes karşısındakini kendi gibi bilirmiş. Kolay değil, Doğu Avrupa’da, sosyalizmin anayurdunda ve Balkanlar’da toprakların rengini değiştirecek kadar kan akmıştı. Ya birileri çıkıp, “kana kan!” deseydi?

Sovyetler Birliği “kana kan” demedi. Aksine bambaşka bir iş yaptı. Doğu Avrupa ülkelerinde tarihlerinin en barışçıl, en adil ve eşitlikçi toplumsal düzeninin kurulmasına önayak oldu. O sayede tarihte ilk kez, savaş üretmeyen bir Alman devleti kuruldu.

***

Bu çılgınlığın sonlandırılmasının 79'uncu yılını kutluyoruz. Kutlarken fakat, tasalar içinde olmaktan kendimizi kurtaramıyoruz. 79 yıl önce çığlıklar ardından sessizliğe gömülenler tekrar homurdanarak başlarını kaldırıyorlar. Alman emperyalizmi tekrar yüzünü doğuya, kendi “arka bahçesi” olarak gördüğü topraklara dikti. Yıllarca bir yanda Ukrayna’da faşistleri dürtükleyerek, destekleyerek başlattıkları, öte yandan Rusya’yı da sürekli kışkırtarak devam ettirdikleri süreç, artık bitmeyecekmiş görünen bir savaşa dönüştü. Bitmek bir yana, soranlar çoğalıyor: “Acaba çevresine de sıçrar mı; gelip Almanya sınırına dayanır mı?”

Sanki öyle bir durum olsa, Almanya’da sevineceklerin sayısı da artıyor. Üstelik bunlar hükümetin tepesinde oturanlar. Dış ilişkilerin, silahlı kuvvetlerin falan başındaki siyasetçiler. Savaş çığlıkları atarken bir yandan da silahlanmayı tırmandırmaktan, ordunun savaş kabiliyetini artırmaktan, tüm ekonomiyi ve kamu hizmetlerini savaş ortamına uygun hale getirmekten bahsediyorlar. Asker eskilerinden oluşturacakları bir “sivil savunma örgütleri” ağı öneriyorlar. Savunma (savaş) Bakanına göre, bu amaçla yedek olarak silah altında tuttuklarının sayısı iki milyonu bulmalıymış. Dikkat: Bütün bunlar savaştan sonra “Bir daha asla!” sloganıyla kurulan Federal Almanya’da resmi ağızlarca, yüksek sesle konuşuluyor, tartışılıyor, raporlaştırılıyor, oya sunuluyor.

Bu tür lafları konuşanlar iki şeye daha gereksinirler: Birincisi, bir ya da daha çok düşman, ikincisi  otoriter bir devlet. Almanya’da bunların da yaratılması yolunda çok çalışkan birileri olduğunu gözlemlememek olanaksız. Birincisi için mülteciler ne güne duruyor? Müslümanlar da var tabii. Fakat aslen Ruslar! Onlar zaten ebedi düşman ilan edildi bile. Devlete gelince... Bir kez daha dikkat! Neoliberallerce küçültülen ve toplumsal yaşamda birçok alandan el çektirilen devlete geri dönüyoruz! Üstelik bu sefer karşımıza dayatılmakta olan, yurttaş haklarını alabildiğine budamış, her bir bireyi gidip geldiği yerlerden, satın aldıklarından, kişisel ilişkilerine ve hobilerine dek gözlem altında bulunduran ve yeri geldiğinde ekmek bile alamayacak duruma getirme yeteneği olan bir devlet! 

Örnek gerekiyorsa buyurun: 12-14 Nisan tarihlerinde Berlin’de düzenlenecek olan Filistin Kongresi’nde Yunanistan eski ekonomi bakanı Varoufakis’i konuşmasına yasak konmuş, Filistinli operatör doktor Ghassan Abu-Sitta sınırda tutuklanarak sorguya çekilmiş ülkeye girişi engellenmiş, polis teşkilatının komandoları konferans salonunu basmış, teknik odanın kapısını kırmış, internet bağlantısın kesmiş, katılımcıları salonu terk etmeye zorlamış, bazılarını da tutuklamıştı. Berlin’de bu olaya yönelik olarak 2 bin 500 polisin görev aldığı açıklandı.

Bir örnek daha verelim: Her yıl 8 ve 9 Mayıs’ta Berlin’de Treptow Parkı’ndaki Sovyet Anıtı’nda1 İkinci Dünya Savaşı’nın bitişini ve Nazizmin yenilişini kutlamak amacıyla törenler yapılır, ölenlere saygıyla anıta çelenkler, çiçekler konulur. Ta eski Sovyet ülkelerinden atalarını ziyarete gelmiş olanlara bile rastlanır. Alman Komünist Partisi her yıl olduğu gibi işte bu yıl da bu anıtta bir tören düzenleyeceğini duyurdu ve bunu resmi makamlara bildirdi. O da nesi? Birden bire polisten gelen bir yasaklar listesiyle karşılaştı: “Sovyetler Birliği bayrağı, ya da onu andıran bayrak, sancak çeşidinden semboller taşımak yasaktır! Alman Demokratik Cumhuriyeti bayrakları taşımak yasaktır. Rus dilinde marşlar çalmak yasaktır! Rus marşlarının Almanca söylenmesi de yasaktır!”

İşte böyle oluyor, yavaş yavaş, adım adım. Üstelik bu hükümet döneminde sosyal demokratlar, Yeşiller ve liberal pareti el ele bu işin başını çekiyorlar. Şimdi bu tür saldırılar sıklaşacak, kanıksanarak alışkanlığa dönüşecek, bir süre sonra yönetmelik, kararname, yasa olarak karşımıza dikilecek.

Son söz: Geçenlerde bu savaş hazırlıklarına dikkat çeken yazarlardan birinin makalesindeki çok isabetli başlıkla bitireyim: “Almanya tekrar kendisi gibi oluyor”.

  • 1. Aslen büyük bir park şeklinde düzenlenen anıtta sembolik olarak savaşta hayatını kaybetmiş 7.000 askerin mezarı bulunmakta. (Berlin’in işgalinde yaklaşık 80 bin Kızıl Ordu askerinin öldüğü tahmin ediliyor.) Parkın girişinde ölen çocuğu için yas tutan bir anne karşılar ziyaretçileri. Parkı çevreleyen yol boyunca dikili granitten dev panolardaki kabartmalarda da savaşın öyküsü anlatılmakta. Ortada merdivenlerle çıkılan bir tepeciğin üstündeki mozolenin kubbesi üstünde yükselen dev heykel, kılıcının altındaki gamalı haçla faşizmi alt etmiş, kucağındaki çocukla geleceğe doğru yürüyen bir Sovyet askerini sembolize etmektedir.