Devlet ve Türk Sağı I

Liberal ve muhafazakâr tezlerin ışığında Türkiye tarihine baktığımızda göreceğimiz manzara şudur: Türkiye “nevi şahsına münhasır” bir ülkedir. Batılı anlamda sınıflar hiç var olmamış, devlete göbekten bağımlı bir burjuvazi ve cılız bir işçi sınıfının varlığı nedeniyle ülke bir türlü demokratikleşememiş, öz bilinç sahibi bir avuç bürokrat ülkeyi 80 küsür yıl boyunca her daim sınıflar üstü kalmayı becererek ve kendi çıkarları doğrultusunda yönetmiş, Kemalizm isimli resmi ideoloji 1923’ten bugüne hiç değişmemiş, sivil toplumun boşluğu tarikat ve cemaatlerce doldurulmuş, ceberut devlet her dönemde muhafazakâr-mütedeyyin halk kitlelerine yönelik bir baskı uygulamış, en az solcular kadar sağcılar da öz bilinç sahibi bürokratların devletinin zulmüne maruz kalmışlardır. .

Söz konusu tezler, nasıl ki devleti sınıflar üstü bir pozisyona yerleştiriyorsa, meseleye uluslararası bağlamda da benzer bir yaklaşımla bakma eğilimindedir. Devletin ve Türkiye burjuvazisinin çeşitli dönemlerde geliştirdikleri eklemlenme stratejilerinin, NATO üyeliğinin, uluslararası işbölümüne dâhil olma süreçlerinin, IMF ya da Dünya Bankası ile olan ilişkilerin analiz açısından herhangi bir önemi yoktur Türkiye’de, her türlü uluslararası gelişmeden ve değişimden bağımsız, kuruluşundan beri hiç değişmeyen ve hep muktedir kalmayı başaran bir devlet aklı vardır.

Söz konusu tezler açıkça tarih dışı, idealist ve ideolojiktir. Tarih dışıdır çünkü Türkiye’yi ve Türkiye’de yaşananları her türlü tarihsel süreçten arındırarak anlamaya çalışmaktadır. İdealisttir çünkü meseleye ne Türkiye kapitalizmi açısından ne de emperyalizm açısından bakar. Ve son olarak ideolojiktir çünkü mevcut iktidar ve tahakküm ilişkilerini yeniden üretmeye hizmet eder.

Oysa tarihsel materyalizmin perspektifinden bakıldığında manzara bambaşkadır tarihsel materyalizm bize devletin hem sınıfsal niteliğini ve uluslararası sistem içerisindeki yerini hem de Türk sağı ile olan ilişkisini anlamak açısından muazzam bir ufuk açar.
***
Burjuva demokrat devrimleri olan 1908 ve 1923, kuzeydeki komşunun tarihselliğinden ayrıştırılarak anlaşılamaz 1905 ve 1917, 1908 ve 1923’ü önceler ve bu nedenle İkinci Meşrutiyet de cumhuriyet de dünya-tarihsel olgulardır, bağlamından koparılarak doğru bir şekilde analiz edilemezler. İzmir İktisat Kongresi burjuva devrimcilerinin kapitalist dünya sistemine entegre olacaklarını deklare ettikleri bir kongredir ama 1930’ların planlı ekonomisi ve devletçiliğinde de, halkevleri ve köy enstitüleri girişimlerinde de rol model ülke Sovyetler Birliği’dir. İkinci Dünya Savaşı’nda devletin uluslararası sistemdeki konumu Sovyetler Birliği ile Almanya arasındaki savaş ekseninde şekillenmiştir. Tarafsızmış gibi görünse de Türkiye egemen sınıfı Nazi Almanya’sını desteklemiş ve Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının kendi çıkarları açısından olumlu sonuçlar doğuracağını düşünmüştür. 2. Dünya Savaşı’nın ardından burjuvazi yüzünü Atlantik ötesine dönmüş ve hem NATO üyeliği ile hem de tarımsal kalkınma modeli ile sisteme eklemlenmeyi başarmıştır. 27 Mayıs ve sonrasındaki planlı ekonomi döneminde yine Sovyetler Birliği rol model ülke olacaktır ve ABD’nin de dünya ekonomisinin o günkü yapısal durumu nedeniyle buna bir itirazı yoktur üstelik Türkiye hızla Soğuk Savaş’ın sıcak cephelerinden biri haline gelmek üzeredir. 60’ların sonları ve 70’ler Türkiye’de solun yükselişine mukabil devletin kendisini bir iç savaş devleti olarak tahkim etmesi dönemidir ve devlet bu süreçte paramiliter bir örgüt olarak MHP’yi de yanına alacaktır. 12 Eylül darbesinin hemen ardından Türkiye yönetici sınıfı neo-liberalizmle ve Türk-İslam senteziyle birlikte adeta kesintisiz karşı-devrim stratejisini devreye sokacaktır. Sovyetler Birliği’nin ve reel sosyalizmin çözüldüğü 90’larda “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” şiarı ile devreye sokulan yeni Osmanlıcı emperyal heveslerin somut bir karşılığı olmadığı özellikle siyasal İslam’ın ve Kürt hareketinin meydan okuyuşu ile birlikte anlaşılacak ve ülke bir interregnum/ fetret devri konjonktürüne girecektir. Reel sosyalizmin olmadığı bir dünyada, en önemli pazarlık konusu olarak jeo-politik konumunu görmeye alışmış olan Türkiye burjuvazisinin yalpalaması da kaçınılmaz olacak ve bu yıllar dış politika açısından da bir belirsizlik dönemi olarak kaydedilecektir. 90’ların sonuna doğru AB üyelik perspektifinin düzenin bütün unsurlarınca kabulünün arkasında bu belirsizliği bertaraf etme ve Türkiye’ye uluslararası bir limana demirleme çabası yatmaktadır bulunan çıpa ise AB olmuştur.

11 Eylül saldırıları ve sonrasında uygulamaya sokulan Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ile birlikte AB’de aradığını bulamayan egemen sınıfa yeniden bir alan açılmıştır. 28 Şubat sürecinin siyasal İslam’a ve Kürt hareketine karşı kazandığı Pirus zaferi, Irak ve Afganistan müdahaleleri, liberal-muhafazakâr AKP’nin iktidara gelişi, Gülen cemaatinin yükselişi, Türkiye’nin bir enerji nakil koridoru haline gelmesi, Rusya’nın “büyük oyun”a dönüşü ve bölgemizde yaşanan renkli devrimler gibi birçok faktör, rastlantı ve zorunluluk arasındaki diyalektik göz ardı edilmeksizin söylendiğinde, bir araya gelmiş ve yeni Osmanlı’yı karşımıza çıkarmıştır. Yeni Osmanlı, hükümetin Kürt açılımı bağlamında sürekli dile getirdiği gibi, bir devlet projesidir. Bir benzetme yapmak gerekirse, cumhuriyet ideolojisinin çözüldüğünü ve imparatorluğu bir arada tutmayacağını anladığında Roma’nın Hıristiyanlığı kabul etmesi gibi, Türkiye burjuvazisi de –elbette ki cumhuriyeti korumak adına değil ama iktidarda olduğu ulusal pazarı elden çıkarmamak kaygısıyla- liberalizmle muhafazakârlığın sentezinden müteşekkil bir yeni rejimi ve onun küresel sistemdeki rolünü anlatan yeni Osmanlıcılığı benimsemek durumunda kalmıştır.

Bu benimsemenin bir anda gerçekleştiğini ve 2000’li yıllara ait bir olgu olduğunu düşünmek ise yanıltıcı olacaktır. Durumu anlamak için Türkiye burjuvazisinin Soğuk Savaş içerisindeki pozisyonuna ve devlet ile Türk sağı arasında 1950’den itibaren anti-komünizm ekseninde kurulan mutabakata tarihsel materyalizmin perspektifinden bakmak gerekecektir. Gençliklerini üniversite koridorlarında komünizme karşı mücadele ile ve Necip Fazıl konferanslarıyla geçirenlerin 2000’ler Türkiye’sinde iktidarı ele geçirmiş olmalarını ve yeni bir rejim inşasına girişmelerini başka türlü izah etmek mümkün değildir çünkü.

Gelecek haftaki yazının konusunu bu uzlaşmanın tarihçesi oluşturuyor.