'Sandıkla afyonlanmış halk kitleleri derin bir atalet içerisinde sadece ve sadece seçimi beklemekte, bu nedenle de ülkede yaprak kıpırdamamaktadır.'

Yeni anayasa, halktan kaçış ve seçimler

BirGün gazetesinde geçtiğimiz hafta yayınlanan “Seçimlere Doğru Sol Bakış” röportaj dizisinde fikirlerine başvurulan isimlerden biri de sevgili Korkut Boratav hocaydı.

Korkut Hoca, Türkiye’nin yakın geleceğinin 2023 seçimleri tarafından belirleneceğini ve seçimlerde faşizmle merkez sağ arasında bir tercih yapılacağını söylüyordu. “Bu iki seçenek Türkiye sermaye blokunun kısmen farklı kanatlarının ittifakı anlamına gelir” diyen Korkut Boratav’a göre sol bu benzerliğe rağmen “fark etmez” şeklinde pozisyon alabilecek bir durumda değildi. Çünkü ortada iki farklı siyasal rejim önerisi vardı ve iktidarınki faşizme çıkarken Altılı Masa’nınki “tutucu bir restorasyon”u hedefliyordu ve İslamcı faşizme göre “ehven-i şer”di.

Korkut hoca buradan yola çıkarak solun seçimlerdeki tutumuna, özellikle de cumhurbaşkanlığı seçimlerine dair şu tespiti yapıyordu:

Çok sayıda adayın katıldığı bir seçimde ilk tur açık farkla Erdoğan lehine sonuçlanırsa, ikinci turda muhalefetin seçimi kazanması pek olası görünmüyor. Sol’un bu gerçekçi öngörüyü dikkate alarak ilk turda muhalif seçmenleri parçalayacak aday (veya adaylar) çıkarmaması gerektiğini düşünüyorum.

Sosyalistlerin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “oyları bölmemek için” hiç aday çıkarmaması ya da “düşük profilli” bir aday çıkarması gerektiğini söyleyen Boratav, röportajın devamındaki “muhalefetin krize karşı izlediği siyaseti, önerilerini nasıl değerlendiriyorsunuz” şeklindeki soruyu ise şöyle yanıtlıyordu:

Altılı Masa’nın yetkilileri neoliberal enflasyon hedeflemesinin ilke ve kurallarını benimsiyorlar. Seçim sonrasında dış kaynak tıkanmaları öne çıkarsa bir IMF programına yatkın olacakları anlaşılıyor. Krizi yöneten bir neoliberal program, daraltıcı para ve maliye politikalarına dayanacaktır. Halk çoğunluğunun yaşadığı toplumsal bunalıma ekonomik küçülmenin ücretler ve istihdamdaki ağır sonuçları eklenecektir. IMF’nin Türkiye’ye ilişkin beş yıllık öngörüleri de yabancı sermaye girişlerinin sınırladığı yüzde 3’lük bir büyüme temposu içeriyor. Bu senaryo, bugünkü toplumsal bunalımın sonraki yıllara ağırlaşarak taşınması anlamına gelecektir.

Anlaşılacağı üzere, adayı kim olursa olsun iktidara gelmesi halinde Altılı Masa neoliberal programı hayata geçirecek, ülkeyi yeniden IMF kapısına götürecek ve uygulayacağı daraltıcı politikalar yoksul halk kesimlerinin içinde bulunduğu koşulları daha da ağırlaştıracaktır, toplumsal bunalım daha da derinleşecektir.

Bu yazının derdi Korkut hocayla bir polemik olmadığı gibi, onun söyledikleri üzerinden “sosyalistler seçimlerde ne yapmalı, cumhurbaşkanı adayı çıkarmalı mı, Altılı Masa’ya mı destek vermeli” sorularına yanıt vermek de değil, bu soruları ve verilecek yanıtları ilerleyen zamanlarda zaten bolca tartışacağız.

Bu yazının esas derdi, “madem muhalefet yoksul halkı önceleyen bir siyaset izlemeyecek, işçiler, emekçiler, yoksullar neden bugünkünden daha ağır ekonomik koşullarda yaşamaya oy versin, neden böyle bir tercih yapsın” sorularını sorup bunun üzerinden birtakım değerlendirmelerde bulunmak.

Evet, sosyalistler kendi taktik ve stratejileri doğrultusunda sandıkta kimi tercihler yapabilirler, “faşizmle mücadele” adına birtakım tutumlar sergileyebilirler, ittifaklar kurabilirler. Korkut hoca “faşizmle tutucu restorasyon arasında bir tercih” derken bunu kastetmektedir. Ancak rejim tartışmalarıyla herhangi bir şekilde ilgilenmeyen, evini geçindirebilmekten başka bir gündemi olmayan, tercihlerini gündelik çıkarlarının belirlediği ortalama bir işçi, bir emekçi, herhangi bir yoksul, sandığa giderken neden Altılı Masa’ya, onun restorasyon projesine ve soyut bir demokratikleşme programına oy versin?

Altılı Masa’nın bugünkü pozisyonu, “yeni anayasa” önerisinde görüldüğü üzere “demokratikleşme aracılığıyla ekonomik istikrar”ın tesisi olarak görülebilir. Buna göre eğer ülkede demokrasi, hukuk ve kurallı piyasa ekonomisi olursa sermaye de ülkeden kaçmayacak, aksine ülkeye para girişi olacak, yeni yatırımlar yapılacak ve böylece istihdamda artış, döviz kurlarında, faizde ve enflasyonda ise düşüş sağlanabilecektir. Yani 2002-2013 arasında bolca duyduğumuz sözler burada bir kez daha tekrarlanmakta, hep söylediğimiz üzere “AKP’siz AKP rejimi” vaadinden öteye gidilmemektedir.

Yeni anayasa taslağı, emekçi sınıflara, halkçılığa, kamuculuğa, planlı ekonomiye gözünü kapamasıyla ama Türkiye’nin sermaye düzenini onarma ihtiyacını ortaya koymasıyla tam da “tutucu restorasyon”a uygun düşen bir belgedir ve “demos”un yani “halk”ın olmadığı bir demokrasinin Türkiye’nin önüne konulması anlamına gelmektedir.

Altılı Masa, düzen içi dahi olsa bir alternatif iktisadi programı gündemine almamakta, geliri yeniden bölüştürücü, serveti vergilendirici, cehennemvari emek rejimini iyileştirici tedbirlerden, devletin yapması gereken yatırımlardan, ücretsiz verilmesi gereken kamu hizmetlerinden, istihdamın kayıt altına alınmasından, tüm yurttaşların genel sigorta ve sağlık sistemine dahil edilmesinden, güçlü sendikalardan, grev hakkının teminata kavuşturulmasından vs. söz etmemektedir.

Öte yandan iktidar da muhalefetin “kış koşullarının daha da ağırlaştıracağı geçim sıkıntısıyla sandığa gidileceği” üzerine kurulu beklentilerini boşa düşürmek için ardı ardına hamleler yapmaktadır. Ücretlere yapılacak zam, EYT düzenlemesi, 3600 ek gösterge derken, son olarak kamuda sözleşmeli olarak çalışan yüz binlerce kişiye kadro verilmesi için harekete geçilmiş durumdadır.

Evet iktidarın seçime kadar ekonomiyi toparlaması ihtimal dahilinde değildir ama ücretli çalışanlara ve yoksul halk kesimlerine az da olsa nefes aldıracak düzenlemelerin ardı ardına geleceği açıktır; böyle bir konjonktürde ise yeni anayasa, güçlendirilmiş parlamenter sistem ya da demokratikleşme gibi başlıkların halkta herhangi bir karşılığı olmayacaktır. Kitleler önlerine sahici bir alternatif konulmadığı için sandığa gündelik, kısa vadeli çıkarlarını gözeterek gidecekler, tercihlerini de ona göre yapacaklardır.

Böylesine derin bir ekonomik sefaletin ortasında dahi halkın değil sermayenin çıkarlarına öncelik vermek, kitleleri siyasetten uzak tutmak adına asgari bir sol popülizme bile başvurmaktan çekinmek, halkı siyasal denkleme dahil etmemek, yoksulluğu ve krizi siyasal stratejinin merkezine yerleştirmemek, toplumu harekete geçirmekten korkmak… Türkiye tüm bunların bedelini sandıkta bir kez daha öderse, bu açıkçası şaşırtıcı olmayacaktır.

Öte yandan düzen muhalefetinin söz konusu tutumu, solun toplumsallaşmasını, kitleselleşmesini, kendi sözünü halkla buluşturmasını da engellemekte, halkla sol arasına bir bariyer kurulması anlamına gelmektedir. Sandıkla afyonlanmış halk kitleleri derin bir atalet içerisinde sadece ve sadece seçimi beklemekte, bu nedenle de ülkede yaprak kıpırdamamaktadır. Esas mesele, seçim sonrasını da gündeme alacak şekilde, bu ataletin nasıl ortadan kaldırılabileceği üzerine kafa yormak, buna uygun bir yol haritasını gündeme getirmek ve harekete geçmektir.