Tabii burada ayarı kaçıran şey, olması gerekeni olamamaktır. CHP için olması gereken ne olabilirdi?

Siyasette içerik mi şekil mi?

Bize göre elbette öncelikle ve her zaman içerik. Ama siyaset, şekil şartları önemsenmeden yol alınabilecek bir alan değildir. İlkelere sahip çıkılmalı elbette, ama hangi zaman ve zeminde daha etkili olacağı niçin dikkate alınmasın?

Siyasetçi, bir satranç oyuncusu gibi düşünmeyi ve hamle yapmayı bilmelidir veya öğrenmelidir. Yapılan hamlenin hangi karşı hamleye yol açabileceği önceden düşünülmeli, tartışılmalı ve öngörülmeye çalışılmalıdır. Böylece akla ilk düşen ve çok parlak olduğuna inanılan bir “fikir”, önü arkası iyice hesaplanmadan ortaya atılamaz. 

Şimdi örneğin, CHP liderliğinin bütün milletvekillerine imzalatarak düzenlediği türban yasası teklifini, içerikten bağımsız olarak ele alalım. Bunun, ana muhalefetçe seçimlere dönük bir ön-savunma pozisyonu inşası için ortaya atıldığına dair naif yorumu geçerli kabul etsek bile, böyle bir hamlenin daha çaplı bir karşı hamleyle, bu somut örnekte bir Anayasa değişikliği karşı hamlesiyle karşılanacağını öngörmek için çok usta bir satranç oyuncusu olmaya bile gerek yoktu herhalde. İYİ Parti yönetimi bunun yanlış bir hamle olduğunu her vesileyle gösterdi de. Ama bir kere ok yaydan çıkınca, iktidara yeniden inisiyatifi ele geçirme fırsatını verdiğiniz gibi, kendinizi yeniden savunma pozisyonuna çekmiş olursunuz. Üstelik, Altılı Masa’nın zaten muhafazakâr siyaset alanına hitap eden temsilcileri açısından, AKP’ye seçim avantajı vermenin olumsuzluğu dışında, bu konunun Anayasaya girmesine kökten itiraz zaten söz konusu olamazdı.

CHP lideri aklına ilk gelen fikrin doğruluğuna kendini o kadar kaptırabiliyor ki, daha önce 2015 seçimlerini izleyen günlerde çıkardığı yemin etmeme krizi ve daha sonra dokunulmazlıkların kaldırılması fiyaskolarında bunun sonuçları tecrübe edilmişti. Ne var ki, kendi kalesine gol atmak, futbolda olduğu gibi siyasette de bir meziyet sayılmıyor.

Bu, işin şekil tarafı. Peki işin özüne ne diyeceğiz? Cumhuriyet’in kurucu partisi olup da laikliği altı ilkesinden biri olarak tüzüğünde, programında ve bayrağında taşıyan bir partinin yönetimi, iktidarın ve tarikat sürülerinin her gün laikliğin üzerinde tepindiği bir ortamda sessiz kalabilir mi? Hatta daha ileri giderek “laiklik tehdit altında değildir” savrulması içinde olabilir mi? Partisinin devrimci geçmişini statükocu, anti-özgürlükçü olarak yaftalayabilir mi? Bu sağ konumlanmayı, muhafazakâr kitleye hitap edebilmek, oradan üç beş oy devşirmek, sağ partilerle bir ittifak kurabilmek (ki onların bile bu kadarını talep ettiği kuşkuludur) adına savunmak mümkün olabilir mi? 

Tabii burada ayarı kaçıran şey, olması gerekeni olamamaktır. CHP için olması gereken ne olabilirdi? Cumhuriyet’in devrimci dönüşümü üzerine konulabilecekler olabilirdi. Yarım kalmış laiklik devrimini sürdürmek yanında, halkçılık ilkesini bir emeğin Cumhuriyeti ilkesiyle aşmak olabilirdi. Bunu yapabilmek için de sermayeden bağımsızlaşması gerekirdi elbette. Yapabilirdi-yapamazdı ayrı mesele. Ama uyduruk bir sosyal-demokrasi çizgisi yerine (ki o da savunulmuyor esasında), CHP’ye yakışan kendi tarihsel anti-emperyalist köklerinin daha fazla sürgün vermesine çalışmak olabilirdi. CHP tabanında bunu arzulayan ve benimseyecek olan azımsanmayacak bir kitle vardır da; ama bunun yönetici kadrolara yansıması sorunludur. 
CHP olması gerekeni olamayınca, sermaye düzenini zinhar karşısına alamayınca, sistem içinde kendisine yeni siyasi nişler açmaya çalışmakta, öyle olunca da sağcılaşma ekseni dışında bir hatta ilerleyememektedir. Dolayısıyla Millet İttifakı ve onu izleyen Altılı Masa seçenekleri, CHP yönetimi açısından siyaset stratejilerini aşan içsel dinamiklere sahiptir.

Ama burada dahi çok önemli siyaset (burada şekil) hataları yapılmaktadır. Bir kere, eğer bir iktidar partisine ve onun ideolojisine/uygulamalarına/siyaset tarzına karşı mücadele ediyorsanız, onun içinden çıkmış, uzun süre onun uygulamalarının sorumluluğunu paylaşmış, hatta dış politika ve ekonomide oldukça belirleyici konumlarda olmuş, ideolojik olarak da çok farklı noktalarda olmayan iki türedi hareketle işbirliği yapmazsınız. Çünkü, bir kere, bu sizin söylem bütünlüğünüzü bozar, mevcut iktidarın türedi ortaklarınızı da kapsayan dönemleri üzerinde kendinizi ister istemez sansürlemek zorunda kalırsınız. Daha önemlisi, inandırıcılık zaafına uğrarsınız. Örnek olarak tekrar 2002 seçimlerini alalım. CHP o dönemde iktidarın ekonomi politikalarından birinci derecede sorumlu gözüken (halkın da tamamen öyle gördüğü) K. Derviş’i içine alarak hem ilkesel hem de taktiksel büyük bir hata yapmıştı. IMF politikalarına karşıymış gibi yapan AKP’nin daha fazla prim yapmasına neden olmuştu.

İkinci olarak, Türkiye’de mevcut ana siyasi hareketten kopanlar bir daha bellerini doğrultamamışlardır. Siyasi örneği çoktur. AKP’yi kuracak olanlar bunu bildikleri için Fazilet Partisi kapatılmadan parti kurma prosedürünü başlatmamışlardır. Dolayısıyla ne Deva’nın ne Gelecek Partisi’nin bir gelecekleri olamaz. Onlar için Altılı Masa bir kurtarıcı olmuştur adeta. Yüzde bir bandında gezinecekken şimdi “bunu ikiye üçe katlayabilir miyiz, üstelik bedavadan CB yardımcılığı, bakanlık, bol sayıda milletvekili pozisyonu kapabilir miyiz” siyasi ihtirası içine girmişlerdir. Bu partilerin yöneticilerinin, bu seçimleri siyasette kalabilmenin bir kaldıracı olarak görmek dışında ufukları da yoktur şimdilik. Şu da bir gerçek ki Altılı Masa, onun lokomotifi olan CHP’nin oy potansiyelini yukarıya taşıyan bir etki yapmamıştır. Altılı Masa’nın seçmen temelinde asıl kazananı İYİ Parti olmuştur. Ama o zaman CHP açısından bütün bu sağ ittifakların tek nedeni (içsel nedenlerini bir yana koyarsak), “seçimleri el birliğiyle hele bir kazanalım” dürtüsü olmaktadır. Seçimler kazanılsa bile seçim sonrasında ortaya çıkması çok muhtemel siyasi kaosu (ve yeni saflaşmaları) şimdilik kimse açıkça gündeme getirmemektedir. 

SONUÇ: CHP’de yukarıda sözü edilen savrulmaların taktiksel konumlanmaları aşan bir tarafı olduğu da düşünülmelidir: CHP yönetimi zihnen de sağ bir çizgiye savrulmuş durumdadır. Bu sağ çizgi, CHP’nin liberal bir kuşatma altında olmasıyla yakından ilgilidir. Bu kuşatma, 2010 sonrasında çok daha nettir. Liberal virüsten kurtulmadan da CHP’den kimlik siyasetlerini reddeden, toplumun dörtte üçünü oluşturan emekçi sınıf tabanına hitap eden bir halkçı-kamucu siyasetin türemesi ve kalıcılaşması dahi mümkün olamayacaktır.