Oysa, emekçiler, sıkılacak yeri kalmamış kemerlerini bırakıp yumruklarını sıkarlarsa, iş değişir. Öyle yapmadıkları da pek söylenemez aslında.

Geçmiş bayramınız kutlu olsun!

İlk kez Amerikalı işçilerin o zamanlar genellikle 12 saat, sık sık da çok daha uzun olan işgününün süresini 8 saate indirmek için giriştikleri mücadelenin parçası olarak başlattıkları gösterilerin Chicago kentindeki bölümüne 1886’da 500 bin dolayında bir katılım olduğu tarihe geçmiş. Buna bakarak esprili bir gönderme de yapabiliriz: Demek, o Amerikan işçileri teorik-ideolojik yanları güçlü işçilermiş; öyle ya, Marx’ın geliştirdiği kurama göre işçilerin sömürülmesini geriletmenin en önemli adımlarından biri, işgününün kısaltılmasıdır.

İşin şaka yanını fazla uzatmadan bir kenara bırakıp devam edersek, İkinci Enternasyonal’in Temmuz 1889 kararından sonra 1890 yılının 1 Mayısıyla birlikte bütün dünyada kutlanmaya başlayan “Birlik, Dayanışma ve Mücadele Günü”nün bu yıl ülkemizdeki kutlamalarında İstanbul’da TKP kortejinde fotoğraflarını gördüğüm siyahıyla beyazıyla Amerikan işçilerinin birbuçuk yüzyıla yaklaşan o geçmişin torunları olduklarını düşünmek, bana iyi geldi doğrusu. Onların büyük büyük dedeleri ile ninelerinin 1 Mayıs gösterilerinden sonra o sıralar siyahların girmelerinin yasak olduğu parklara kol kola girdiklerini de okuduklarımızdan biliyoruz üstelik. O gösterilerden hemen sonra, 4 Mayıs’ta tarihe geçmiş Haymarket olayını ise daha yeni, Yusuf Şaylan ile Özkan Öztaş’ın geçen gün burada yayımlanan söyleşilerinde okuyup hatırlamıştık.

Böyle başladığıma bakılarak geçmişe dalıp giden bir söyleşi yapacağım izlenimi doğmuş olabilir. Hayır, öyle bir niyetim yoktu. Ama bu kadar uzun bir geçmişi varsa konunun, ister istemez, giriş de ondan etkileniyor.

Bununla birlikte, üç beş satır daha böyle devam edebiliriz. Ne demişler: “Oldu olacak, kırıldı nacak!”

Bizim ülkemizde, Cumhuriyet ilan edilmeden önce, genç Sovyet devleti ile dostluk ve yardımlaşmanın etkisiyle, 1 Mayıs kutlamalarının yapıldığını, Osmanlı döneminde ise İstanbul’da ve imparatorluğun Balkan topraklarında 1 Mayıs gösterilerinin gerçekleştirildiğini biliyoruz. Daha sonra, 1925  yılı Şubat ayının ortalarında patlak veren Şeyh Said isyanından sonra Mart ayının hemen başlarında çıkarılan Takrir-i Sükun yasası ile öteki kitlesel gösterilerle birlikte 1 Mayıs da yasaklanmıştır. 1935 yılında resmi tatil günlerini belirlemek üzere çıkarılan bir yasa ile de 1 Mayıs günü “Bahar ve Çiçek Bayramı” adıyla ücretsiz tatil günü olarak ilan edilmişti. Bu yasanın iptalinin “12 Eylül İstibdadı”na nasip olduğunu da ekleyip geçelim.

Benim kuşağımın tanık olduğu ve/veya katıldığı ilk kitlesel 1 Mayıs gösterisi, 1976’da İstanbul’da gerçekleşmişti. Başka yerlerin yanı sıra Ankara’dan da gidip katılmıştık; kimimiz daha yürümeye başlamamış çocuklarımızı hep nazımızı çekmiş yakınlarımıza emanet ederek, kimimiz yürümeye ve aklı ermeye başlamış çocuklarımızı yanımızda götürerek… Taksim alanındaydı, gerçekten kitlesel ve disiplinliydi. Ertesi yıl ise, kitleselliği daha da çoğalmış, ama disiplini azalmış o kanlı gösteri tarihe geçti. Biz partimizin kararı doğrultusunda Ankara’daki kutlamalara katılıyorduk. O zaman mobil telefondu, şuydu buydu imkânlar yok, postanelerden ya da telefon kulübelerinden İstanbul’la bağlantı kuran arkadaşlarımızın getirdikleri haberlere inanamayarak dehşet içinde kalmıştık.

Benim kuşağım falan diyerek biraz da kendi kişisel tarihime dokunmuş olduğuma göre oradan devam edebilirim.

Yetmişlerin ortalarından başlayarak hep 1 Mayıs’ın çok önemli olduğunu vurgulamakla  birlikte, çok uzun bir geçmişe ve çok geniş bir coğrafyaya yayıldığı için sadece kaba saldırılara değil, işçi sınıfının içinden ve dışından çeşitli etkilemelere, yönlendirmelere, anlamından uzaklaştırmalara da konu edildiğini yazıp söyleyenler arasında bulundum. Bu günün bir bayram olduğu, işçinin, emekçinin bu günü bayramlara yakışır bir şenlik şadumanlık içinde geçirmesi gerektiği, sınıfın dışından gelenler arasında en çok karşılaşılan öğüt ya da tavsiye idi. Bunlar daha çok sınıfın dışından, kapitalist düzenin kibar savunucularından geldiği için olmalı, daha kolay savuşturulabiliyordu. Bu yazıya başlık olarak koyduğumuz türden, dostlarımızı, yoldaşlarımızı selamlamak için kullandığımız bir anma ve kutlama sözüydü aynı zamanda. Ancak, Enternasyonal’in yukarıda andığımız kararından da anlaşılacağı üzere, işçi sınıfını birleşmeye, dayanışmaya ve mücadele etmeye yönelik bir çağrı olduğu unutulursa, bayram sözü anlamını yitirirdi.

Bir başka açıklık sağlama uğraşımız, daha zorlu, dolayısıyla daha az başarılı olmuştur, sanıyorum. Artık, kendi yetersizliğimizden midir, ilkine göre daha kandırıcı ve daha köklü bir eğilime karşı çıkışımızdan mıdır, inandırmaya çalıştıklarımızın özelliklerinden midir, bilmem.

Şöyle özetleyebilirim: Tamam, 1 Mayıs, ülkemizin ve bütün ülkelerin işçileri, emekçileri için o üç sözcükle dile getirilen amaçlara yönelik bir gündür, özellikle son sözcükle vurgulanan “mücadele” günüdür. Ama bu neyin mücadelesidir? İşgününün süresini kısaltmak için denemez herhalde. O çok önemliydi, çok yerindeydi; nitekim, büyük emek harcanarak, özverilerde bulunularak yürütüldü ve kazanıldı. Elde edilmiş bir hak, bir kazanım için mücadele etmek değil, olsa olsa, kutlamak için bayram yapmak bir anlam taşıyabilir. Zaten kazanılmış olanın mücadelesi mi olur? Ama, denebiliyordu karşımızda tartışmaya katılanlar tarafından, işçi sınıfının işgününün süresi dışında da bir sürü talebi olabilir, oluyor, olacaktır; onlar için de mücadele gereklidir.

İşte böyle deyince, iş çatallanıyor biraz. En az iki çatal ortaya çıkıyor. Biri, işçilerin, emekçilerin kapitalist sınıf ile onun düzeni içinde mücadele etmesine, pazarlığa girmesine, ödünler koparmasına, onları koruyup genişletmesine gidiyor; ötekiyse o tür pazarlıkları, ödünleri büsbütün küçümsememekle birlikte, esas olarak, devlet iktidarını almasına ve ardından kendi düzenini kurmak üzere kolları sıvamasına doğru yol alıyor. Yaşadığımız çağda işçi sınıfı ve müttefiki emekçi katmanlar açısından her türlü mücadelenin bu yolun içinde, kendi düzenleri olan sosyalizme ulaşmak üzere tasarlanıp yürütülmesi gerekiyor. Dolayısıyla, kaç emekçiyi sosyalizme yakınlaştırdığı, kaçını sosyalizmin ve onun için örgütlü mücadeleye girişmenin gerekliliğine inandırdığı, bu sorulara verilecek yanıtlar, ama gönlümüze göre yakıştırdıklarımız değil, nesnel gerçekliği yansıtanlar, her yıl 1 Mayısın başarı göstergelerinin başında yer almalıdır.

1 Mayıslar elbette en güncel sorunları ve onlar için kısa erimli çözümleri dile getirmenin de  platformu olacaktır. Sözgelimi, son 1 Mayıs’ta birçok kentin sokaklarında, caddelerinde, alanlarında dolaştırılan “Kemer Sıkma, Yumruğunu Sık” özlü sözü, son derece günceldir. Gelecek 1 Mayısa kadar yaşayacağımız bir yılda, hatta ondan sonraki birkaç yılda, kapitalist düzenin emekçilere söyleyeceği, durmadan tekrarlayacağı söz bu olacaktır: Kemerleri sıkın; çünkü, geçici bir zorluk içindeyiz, sebebi de işte şu dış mihraklar, yabancılar, Türklüğün ve Müslümanlığın, hepimizin düşmanı olanlardır; bir süre katlanırsak düze çıkacağız, o yüzden kemerleri sıkmaktan başka çare yok.

Oysa, emekçiler, sıkılacak yeri kalmamış kemerlerini bırakıp yumruklarını sıkarlarsa, iş değişir. Öyle yapmadıkları da pek söylenemez aslında. Ama öfkeyle de olsa oturup durmak neye yarar, bir koşul daha var: Sıkılı yumruklarını, ne yazık yaşayıp ya da sürünüp giderken zaman zaman yaptıklarının tersine, sınıf kardeşlerine değil, başlarına gelenlerin sorumlusu durumundaki sınıfa yöneltmeyi akıl etmeleri gerekiyor.

Bu yılın Taksim iddialı 1 Mayısı, tertipçilerinden tertiplenişine, kefilinden dediğim dedik otoritesine kadar, hiçbir şey göstermediyse bunu göstermiştir.