Sarayda adalet arıyoruz. Yok. Demek ki arka bahçeyi kurtararak koyulacağız işe. Önce hürriyet gelecek sonra cumhuriyet. O günü el ele verip sarayları yıkarak kutlayacağız! 

Sarayda adalet arayışı

Çarşamba günü yine Çağlayan Adliye Sarayı’nın “C Kapısı”ndayız. Kapıda uzun bir arama tarama kuyruğu var. Herkes üstünü başını arama pozisyonuna getirmeye çalışılıyor. Kemerler, cüzdanlar, anahtarlar, telefonlar kirli plastik bir kaba boca ediliyor telaşla. Mümkün olduğu kadar soyunup şeffaf kalmak şart. Kapıyı öttürmeden geçmek ilk zorlu sınav. Sonra ceplerden çıkanı geri doldur, varsa kemerini, saatini yerlerine yerleştir, çıkardıklarını giy. Başardıysan içeridesin.

“İçeridesin” dememiz sözün gelimi, girdiğiniz yer “-2” olarak işaretlenmiş. Yani giriş katının iki kat altındayız. Mahkeme salonu 4. katta, ekle üzerine ikiyi, 6 kat daha var aşılması gereken demek bu. Eksi 1’e yürüyen merdivenlerle çıkılıyor. Oradan asansöre yöneliyorum. Karşıma ilk çıkan asansöre “hâkim ve savcılara özel” uyarısı iliştirilmiş. Peki, halkın asansörü nerede? İleride solda, geride sağda. Ama onların da müşterisi çok. Uzun bir bekleyişten sonra dört polis memuru ve bir avukatla binmeyi başarıyoruz. 

İnince bir polis barikatı çıkıyor önümüze. Orayı sorgu sual olmadan geçip kalabalığa doğru hareketleniyoruz. Onların önü de başka bir barikat tarafından kesilmiş. Görevli içeri almıyor kimseyi, talimat varmış. İtiş kakış avukatlara açılıyor barikat. Bir iki vekil de kimliklerini gösterip sıyrılıyor aradan. Sonra büyük saraydan icazetli gazeteciler. Halka sıra gelmiyor bir türlü, onlara yer yok. Kapıda öylece bekleşiyoruz, sarayda adalet, adliye ve mahkeme arıyoruz…

Sarayda adalet olur mu? Olmadığı için yıktık sarayları, olmadığı için kovaladık içindeki kralları, sultanları. Peki nereden çıktı bu zamansız saray merakı?

Hukuku hiçe sayan, her fırsatta tecavüz eden AKP uydurdu bu lafı. Adliye yapılarını parçaladı, hukuk güvenliğini yıktı ve olmayan hukuku saraylarla takviye etti. Adliyelerin saray yapılması, hukukun tepelenmesi ile eşzamanlıdır. Ankara Adliye Sarayı veya İstanbul Adliye Sarayı birer AKP icadıdır. Sonra bu saray ilan ettiği adliyelerin “Osmanlı-Selçuklu” mimari tarzı ile yeniden yapılmasına karar vererek, tüm kentlerde geçmişe öykünen vasıfsız saray özentisi binalar dikti. Bu saray adliyelerin inşa edildiği dönemin Adalet Bakanı, arkasındaki zihniyeti şöyle ifade etmişti; “Bugün yabancı bir heyet gelse, elinden tutup da 'burası da Türk yargısıdır' diye götürebileceğimiz ihtişamlı bir tek bina yok. Hukuk, adalet ihtişam demektir. Adam ister suçlu ister başka türlü olsun kapıdan girerken önünü ilikleyip saygıyla bu binanın girişinden başlaması lazım.” İhtişam var hukuk yok, önünü ilikleme var adalet yok. Sarayda adalet, adliye de mahkeme arıyoruz. Yok. 

***

Binaları şekillendiren insanlardır evet ama insanları da binalar şekillendirir. Sarayların içi de dışı gibi haliyle. Devasa, ulaşılmaz, ceberut, zalim, mantıksız, aşağılayıcı, gerici. İçeride bulabileceğiniz tek şey umutsuzluk. Her şey içine düşene boyun eğdirmek üzere kurgulanmış. İstanbul Adliye Sarayı sıradan bir kütle değil, AKP rejiminin ete kemiğe bürünmüş hali yani. Adına saray eklenen, mimarisi ile kadılık sistemini hatırlatan, merkezden şehrin kıyılarına doğru itilen adalet yapıları birer sembol. 

12 Eylül 2010’da, “yetmez ama evet” kepazeliğinin desteğinde yapılan yargı karşı devriminde inşa edildi bu saray adliyesi. Bir adalet dağıtma mekânı değil burası, kararı verilmiş yargıların onay mekânı. Merdan Yanardağ’ı önce yargılayıp cezaya çarptırdılar. Verilen cezayı yatırdıktan sonra getirip Çağlayan Sarayında halk içine çıkardılar. Halka göstermeden yattığı kadar cezaya hükmedip saldılar. Biz mahkeme salonuna ulaşamadan oldu bitti her şey. İhtişam var hukuk yok, önünü ilikleme var adalet yok. Sarayda adalet, adliyede mahkeme arıyoruz. Yok. 

***

Peki kaynağı ne bu ucubelerin? Bizde adliyeler hükümet konağı içindedir. Bağımsız ilk adliye 1926’da inşa edilen Ankara Adliyesidir. 1949’da İstanbul Sultanahmet, 1973’te Ankara Sıhhiye, 1983’te Antalya, 1986’da Bursa ve 1990’te İstanbul Bakırköy Adliyelerinin yapımına girişildi. İstanbul adliyesinin saray vasfı taşımayan eskisi Sultanahmet Meydanı'nda, İbrahim Paşa Sarayı'nın arkasındaki mütevazı ama işlevsel bir binaydı. Ayasofya'nın doğu cephesinin karşısında yer alan eski adliye 1933’te yanmıştı. Yenisinin nereye yaptırılacağı tartışıldı. En heyecan verici fikir İbrahim Paşa Sarayı'nın yıkılıp binanın bu arsa üzerine yapılması fikriydi. Dedik ya cumhuriyette saray olmaz. Bu amaçla, 1939'da, sarayın bir bölümü yıktırıldı. Ama araya savaş girdi. 1949’da proje için yeniden yarışma açıldı. Yarışmayı Sedad Hakkı Eldem ve Ord. Prof. Emin Halid Onat'ın projesi kazandı. 1951'de inşaatına başlandı. 1958'deki kazılar sırasında Bizans döneminden kalma önemli arkeolojik buluntular ortaya çıktı. Sedad Hakkı Eldem, arkeolojik buluntuları da dikkate alarak, bunların üstünü kısmen örten yeni bir proje geliştirdi. O da yarım kaldı. Ortaya çıkan yarım bina, Sultanahmet Adliyesi olarak kullanıldı. Hatırası bende canlıdır, üst katta yargılanıp ceza alır, al katta cezayı veren hakimle çay kahve içerdik. Bazıları okuyucumuzdu, “görev icabı, başka türlü yapamazdık” derlerdi verdikleri karardan mahcup. 

Bu mütevazı bina 2012'de kapatıldı. Yerine saray yapılmıştı ve tek vasfı Avrupa'nın en büyük adliyesi olmasıydı. Şöyle tarif edelim; dört ila 19 kattan oluşan yeknesak bir yapı içerisindeki altı ana bloktan meydana geliyor. Dört ana kapıdan girilebilen yapının içerisinde 326 duruşma salonu, 267 savcı odası, bir adet büyük konferans salonu, dört küçük seminer salonu, 73 asansör, 48 yürüyen merdiven ve -4. kattan itibaren depo, nezarethane ve otopark bölümleri yer alıyor. Kentten uzak, çok yüksek, tek parçadan oluşan bir kütle bu. Belli ki bir kütleye ihtiyaç duyulmuş. Bu ihtiyaç tüm kütlenin tek parça halinde üst üste yığılıp büyük bir meydanın ortasına dikilivermesi olarak yorumlanmış. Önünde 22 bin metrekarelik bir alan bulunuyor. Adliye ile çevresindeki yapılar arasına geniş bir mesafe koyan bu meydan, adliyenin insanla dolaysız temasını engelleyecek şekilde tasarlanmış. Meydan polis barikatları ile çevrili ve bir TOMA her daim müdahaleye hazır bekliyor. Bina yaklaşana “haddini ve mesafeni bil” diye haykırıyor. 

Sadece adliyesi mi? Hastanesi de kültür merkezi de camisi de böyle. AKP ülkenin her yanına küçük Beştepe Sarayları dikiyor. Bina ne kadar büyükse, dikilmesine yol açan amaç o kadar küçülüyor, eziliyor, siliniyor. Çağlayan Sarayının bir adliye olduğunu bilmeseniz, yapıyı bir hastane, bir hapishane, bir plaza veya otel sanabilirsiniz. O kadar vasıfsız ve o kadar kişiliksizdir. Cumhuriyetsiz AKP rejiminin mimarisidir bu. 

***

Mekân ideolojinin yansımasıdır. Atatürk Orman Çiftliği’ndeki saray, yeni rejimin ideolojisinin en güçlü mekânsal örneklerinden biri. Sonra TOKİ’ler, okul ve hastane yapıları, millet bahçeleri, hükümet konakları, adliye yapılarının mimarisi AKP iktidarının ideolojisinin mekânsal temsiliyetlerine göre şekillendirildi. Bu mekânsal temsiliyet geçmişe öykünür, yok edici ve hafıza silicidir, gericidir.

Nedeni basit; Cumhuriyette halk esastır, İslamcı yeni rejimde ümmet. İnsanı ezmeden, boyun eğdirmeden ümmete ulaşamazsınız. Cumhuriyet insanı elinden tutup yükseltmeyi hedefler, İslamcılık ezip kullaştırmayı. Kullaştırıcı bir mimaridir bu. 

Çağlayan’da yeni nesil adalet sarayının koridorlarında yol bulmaya çalışıyoruz. Sarayda adalet, adliye de mahkeme arıyoruz. İhtişam var hukuk yok, önünü ilikleme var adalet yok. Çünkü artık adalete ihtiyaç kalmamıştır. 

***

Araplarda, eskiden, davalar camilerde görülürdü. Adalet dinden kaynaklanıyordu çünkü. Cumhuriyet ortaya çıkana kadar bizde de adalet dini bir iş olmuştur. Taşrada kadılar hem belediye reisi hem ahlak zabıtasıydı. Ev basabilir, her türlü işi yasaklayabilirdi. Kazalara ise sıklıkla işinin ehli olmayan kadılar, naip, atanırdı. Naip gerçekte kadıya tabi bir memurdu. Haliyle verdikleri kararlar da ona göreydi. II. Mahmut zamanında Edirne Valisi Vezir Hakkı Paşa Silivri Naibinin bir kararına çok kızmıştı. Oturup bir mektup yazdı. Şöyle diyordu mektupta. “Silivri Naibi şeriat haini. İlamını gördüm. Kahkaha ile güldüm. Meali hezeyun, hükm-i hilaf-ı Kur’andır. Mühr-i müeyyedimi basarım. Seni mahkeme kapısına asarım.” Tabi o zaman da asılması gereken sadece Silivri Naibi’nden ibaret değildi. Asmak bozulanı onarmanın etkili yollarından biridir. Tanzimat geldi yetkilerini ellerinden aldı. Artık yönetici veya belediye reisi değildiler. İlk mahkeme binaları o zaman yapıldı. 1908’de Hürriyet’te birleşip adliye oldular. 1923’te şeri mahkemeler tarihin çöplüğüne atıldı, laik adliyeler öyle ortaya çıktı. Cumhuriyetsiz adalet hayal edemiyoruz. 

Çağlayan Adalet Sarayı cumhuriyetin yıkıldığını haber veriyor. Hürriyet ise sarayın arka bahçesidir artık. Abide-i Hürriyet, yeni rejimin naiplerinin dinlence bahçesi olmuştur. Saraya iliştirdiler ve girişe yasakladılar. Çünkü sevgili Abdülhamitlerini devirenler yatıyor orada. Anayasayı ilan etsin diye bir darbeyle Abdülhamit’i tahta oturtan, sonrada tahta oturttuğu otokrat tarafından boğdurtulan Mithat Paşanın mezarı orada. Otuz küsur yıl sonra Abdülhamit’i alaşağı eden Enver ve Talat Paşa orada. 31 Mart’ta, Gezi’de ayaklanan gericilerle çarpışarak can verenler orada. 

Sarayda adalet arıyoruz. Yok. Demek ki arka bahçeyi kurtararak koyulacağız işe. Önce hürriyet gelecek sonra cumhuriyet. O günü el ele verip sarayları yıkarak kutlayacağız!