'Muhafazakârlık, dünyanın her yerinde sadece ve sadece düzeni ve sömürü ilişkilerini muhafaza eder; düzenin muhafazası için ise elbette ki solla, sosyalizmle mücadele öncelikli görevdir.'

Renkli devrimden muhafazakâr devrime, muhafazakâr demokratlıktan muhafazakâr devrimciliğe

Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Trabzon’da katledilmelerinden 12 gün önce, 16 Ocak 1921’de, Erzurum’da komünizme karşı “Muhafaza-i Mukaddesat ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adlı bir örgüt kurulur. Yurdun dört bir yanında işgale karşı Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri zaten kurulmuştur ama “mukaddesatı muhafaza etme” gayesi gütmek bir ilktir. Muhafaza-i Mukaddesatçılar kendilerine “Komünizmle Mücadele Cemiyeti” demeyi akıl edememişlerdir ama fark etmez, ilk resmi antikomünist örgütlenme olduklarını rahatça söyleyebiliriz.

Suphi ve arkadaşlarının sınırı geçip Türkiye’ye girmelerinden sadece Muhafaza-i Mukaddesatçılar rahatsız değildir elbette. Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, Ankara hükümeti ve tüm Meclis, Türkiye Komünist Partisi üyelerinin yolculuklarını adım adım takip etmektedir. 1921 Türkiye’sinde Ankara’da siyaseti belirleyen temel olgu Bolşeviklik ve Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerdir; işgale karşı direnişin yerleştiği uluslararası bağlam ise İngiltere ile Sovyetler Birliği arasındaki mücadeledir. Suphi’lerin katledilmesi de -başka bir yazının konusu olsun- bu ilişkilerden ve bu bağlamdan kaynaklı son derece karmaşık bir güç mücadelesinin sonucu olacaktır.

Erzurum’da Muhafaza-i Mukaddesat’ı kuranlar ise aynı anda hem komünistlerden hem Ankara hükümetinden nefret etmekte, Ankara hükümetinin Türkiye’ye Bolşevikliği/komünizmi getireceğini düşünmekte ve bunun propagandasını yapmaktadırlar. Bu nedenle tüzüklerine de şöyle yazacaklardır:

“Zaten dıştan gelen siyasal saldırılardan dolayı hukukunu savunmak için çırpınmakta olan zavallı millet ve memleket, bu kez de toplumsal devrim adı altında bütün kutsal şeyleri, dinsel yücelikleri, ahlak görenek ve usulleri, milli geleneği hor görülüp ayaklar altına alınarak, milleti, tek dayanağı olan dinsel inancından ve manevi gücünden yoksun kılmaya ve bütün hak ve hukuktan kopmuş bir hayvan sürüsü durumuna düşürmeye çalışılmaktadır.”

Tüzüğün devamında ise “Bolşeviklik, komünistlik ve halkçı iştirakiyun gibi birtakım adlarla zararlı girişimlerde bulunulduğu” ve “bunlardan bazı hain serserilerin düzenli biçimde örgüt altında serbestçe dışarıdan memlekete gelmekte olduğu haber alınınca” halkın da katılımıyla “bu gibi melunca girişimleri engellemek ve beliren tehlikelerin önüne geçmek için gerekli her girişimde bulunmak üzere” Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti’nin kurulduğu belirtilecektir.

Cemiyet’in atası olduğu Komünizmle Mücadele Dernekleri ise Soğuk Savaş’la birlikte devreye girecektir. Bu derneklerden ilki 1948’de milliyetçi-muhafazakâr ortaklığıyla Zonguldak’ta ortaya çıkacak, sonrasında ise pıtrak gibi çoğalacaklardır. Bunlardan birinin yayınladığı bir bildiride yer alan şu satırlar, 1921’den beri pek bir şeyin değişmediğini, mukaddesatı koruma vazifesini bu sefer başkalarının üstlendiğini göstermektedir:

"Maalesef birçok yerlerde olduğu gibi memleketimizde de bu soysuz maksada alet olan zavallılar bulunmaktadır. Türklükten, vatan sevgisinden, dinden; Allah’tan ve insanı insan yapan her çeşit hasletlerden yoksun, bihaber bulunan bu komünist uşakları, kanunlarımızı her an tepelerinde bir balyoz gibi hissettikleri için, faaliyetlerini türlü şekilde maskelemektedirler."

Muhafazakârlık, dünyanın her yerinde sadece ve sadece düzeni ve sömürü ilişkilerini muhafaza eder; düzenin muhafazası için ise elbette ki solla, sosyalizmle mücadele öncelikli görevdir. Bizde de aynısı olmuştur ve muhafazakârlık Türk sağının diğer iki bileşeni olan İslamcılık ve milliyetçilikle birlikte üzerine düşen görevi yerine getirmiştir. Ancak mesele bununla sınırlı değildir; Türkiye yönetici sınıfı özellikle Soğuk Savaş’la birlikte komünizmle mücadele adına muhafazakârlık da dâhil Türk sağına alan açmış, Türk sağı ise bir yandan komünizmle mücadele ederken öte yandan önce örtülü bir şekilde sonra da açıktan, Cumhuriyet’in kurucu felsefesiyle de kavga etmeye başlamıştır. Buna “Cumhuriyet’in uzun intiharı” dememizde bir sakınca yoktur; sol düşmanlığıyla, sol korkusuyla açılan kapılardan girenler nihayetinde iktidara gelmişler ve rejimi değiştirerek Cumhuriyet’in tabutuna son çiviyi çakmışlardır. Yani AKP gökten zembille inmemiştir, meselenin bir tarih-öncesi vardır.

AKP, iktidardaki ilk zamanlarında ideolojisini “muhafazakâr demokrasi” diye adlandırmış, “muhafazakâr demokrat” kimliğini benimsemişti. Bu aslında Batı ülkelerindeki “Hıristiyan demokratlar”a bir öykünmedir ama aynı zamanda ABD’de Cumhuriyetçiler ve İngiltere’deki Muhafazakâr Parti de örnek alınmıştır. Amaç neoliberal politikalarla muhafazakarlığı sentezlemek, yıkıcı ve yoksullaştırıcı neoliberal politikalara karşı dini, geleneği, aileyi pansuman araçları olarak kullanmaya çalışmaktır.

AKP’nin iktidara gelişi ise çok net bir şekilde “renkli devrim” kategorisine dahil edilmelidir. Nasıl ki Ukrayna’da, Gürcistan’da, Sırbistan’da “eski rejimler” demokratikleşme, statükoyla mücadele vs. adı altında yıkıldıysa burada da aynısı olmuştur ama bizde süreç sandık, seçimler ve kumpas davalar yoluyla ilerlemiştir. Şimdilerde düşman kategorisine dahil edilen Soros’un temsilcisi olduğu renkli devrimcilik AKP’nin iktidara geliş sürecinin alamet-i farikasıdır ve bütün renkli devrim girişimleri eninde sonunda antikomünist bir karakter taşımaktadır.

Bir zamanlar “muhafazakâr demokrasi”den söz edenlerin şimdilerde “muhafazakâr devrimcilik” sözünü dillerine doladıklarını, kendilerinden “muhafazakâr devrimci” diye söz ettiklerini görüyoruz. İlk bakışta muhafazakâr ve devrimci sözcüklerinin yan yana kullanımı çelişkili ve ironik görünse de siyasal düşünceler tarihinde böyle bir akım mevcuttur. Almanya’da 1920’lerde bir grup Alman muhafazakâr düşünür, modernitenin ortada muhafaza edilecek hiçbir değer bırakmadığı, dolayısıyla bu değerleri yeniden inşa edecek bir devrime ihtiyaç olduğu fikrini savunmuştur. Cumhuriyete, parlamenter rejime ve sola, sosyalizme karşı ortaya çıkan bu akım, 1930’lara gelindiğinde şaşırtıcı olmayan bir şekilde Nazizm’e yanaşacak ve onun içerisinde eriyecektir.

Bugün gelinen noktada iktidarın kendisini “muhafazakâr devrimci” olarak adlandırmasını bir tür “dürüstlük” olarak görebiliriz. Cumhuriyete, parlamentoya ve sola düşmanlık 1920’ler Almanya’sı ile burayı ortaklaştırmaktadır. Bu adlandırma, yıllardır izlediği İslami popülizme şimdilerde bir de sağ popülizmi ekleyen ve örneğin LGBTİ meselesini anayasal bir tartışmaya çevirmek isteyen iktidarın inşa ettiği rejime de rejimi taşımak istediği yere de uygun düşmektedir. Dolayısıyla “renkli devrim”le iktidara gelenlerin şimdilerde yola “muhafazakâr devrim”le devam etmeleri şaşırtıcı değildir, arada bir bağlantı, bir bütünlük vardır.

Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti, Komünizmle Mücadele Dernekleri, bunlara ekleyebileceğimiz sayısız siyasi yapılanma, dernek, vakıf vs. bunların hepsi sol düşmanlığıyla, sol korkusuyla kuruldular, buradan palazlandılar, büyüdüler, yayıldılar. Cumhuriyet’i yönetenler ise belli bir yerden sonra sol korkusu ve düşmanlığıyla bizzat Cumhuriyet’e de düşman olanlarla ittifak yaptılar, onlara yol verdiler. Türk sağı, sadece antikomünist değildir, aynı zamanda Cumhuriyet düşmanıdır ve Cumhuriyet’in yıkımı Türk sağı eliyle gerçekleştirilmiştir, önlerini açan ise Türkiye yönetici sınıfıdır.

Eğer bugün kim ki cumhuriyetçilikten, laiklikten, bağımsızlıktan söz ediyorsa yüzünü mutlak surette sola dönmelidir; Cumhuriyet’in kazanımlarından geriye düşmeyecek ama onu “eşitlerin cumhuriyeti” haline getirerek ileriye taşıyacak, cumhuriyetçi değerlerle sol değerleri birleştirecek bir siyaset ne altılı masadan ne de seçim sandığından çıkacaktır. O siyasetin iş yerlerinde, mahallelerde, okullarda, sokakta, halkla beraber ve halk tarafından inşa edilmesi, sahneye öyle çıkması gerekmektedir. Bugün gelinen noktada, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girilirken, bundan başka sahici hiçbir kurtuluş seçeneği yoktur.