İte kaka devleti kuralsızlaştırdılar, anayasayı rafa kaldırdılar. Devlet çeteleşiyor, istibdat yerleşiyor. “Ata”sız Mehmet Uçum’un “milli yargı” dediği işte bu; Tek adamın yargısı. 

Reisimin yargısı!

Anayasa Mahkemesi’nin verdiği son karar, yürütmenin uygulanmasına ayak sürümesi nedeniyle boşa düştü. Yüksek mahkemenin verdiği kararı uygulatacak bir gücü yok, dolayısıyla verdiği karar da yok hükmünde. Kararı hükümsüz olan bir mahkeme yok hükmündedir, durum bundan ibaret.

Ama bu hükümsüzlükte AYM’nin katkısı büyük. Buraya giden yolu, AKP’yi irticai odak olarak mahkûm edip, bu mahkumiyeti cezasız bırakarak açtı. O yoldan yürüyen AKP, Anayasa Mahkemesinin dayanağı olan Anayasayı rafa kaldırdı. Anayasa raftaysa Anayasa Mahkemesi’nin ne hükmü olacak?

Buna bir itirazı da yok aslında. 2015’te imam nikahı kıymak için resmi nikah şartını kaldıran düzenlemeyi onaylayarak, 2018’de seçimlerinden önce seçim ittifakı yasasını anayasaya uygun bularak, “mühürsüz oy”a onay vererek gösterdi bunu. AKP ile uyumlu olmak istiyor mahkeme, isteklerine çoğunlukla cevap veriyor. “Çoklu baro” düzenlemesi ve infaz düzenlemesi için Meclis’te nitelikli çoğunluk gerekmediğine ilişkin kararları da Anayasayla değil, AKP’nin işini kolaylaştırmakla ilgili örneğin.

Arada sıkıntılar oluyor. 2016’da “casusluk iddiasıyla” tutuklanan dönemin Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile Ankara Temsilcisi Erdem Gül hakkında verdiği “hak ihlâli” kararını beğenmeyen Erdoğan, “Bana göre medyanın sınırsız özgürlüğü olamaz. Ben AYM’nin verdiği karara sadece sessiz kalırım ama onu kabul etmek durumunda değilim. Verdiği karara uymuyorum, saygı da duymuyorum” demişti hatırlayacaksınız. Aslına bakarsanız hem saygı duymak hem de uymak zorundaydı. Ortağı MHP’nin başı da aklına estikçe “kapatılsın” diye feryat ediyor zaten. Bu durumda ya uyumlu olacak ya o da Anayasa gibi rafa kaldırılacaktı. 

Uyumu erken yakalayanlar, RTE’nin danışmanı “Ata”sız Mehmet Uçum tarafından “milli yargı” ilan edildi birkaç gün önce. Bu ayrım Erdoğan’ın Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay başkanlarını toplayıp Rize’ye çay toplamaya götürmesiyle başladı. Orada verdiği fotoğrafla yargının reisinin kim olduğunu dosta düşmana ilan etmiş oldu Erdoğan. 12 Eylül 2010’da yargıçların cübbesine ilik açılmıştı, o gün o cübbeye düğme de eklendi. Unutulmasın, adli yıl açılış törenleri artık Beştepe’de yapılıyor. Bütün yüksek mahkeme üyeleri törene katılmak için Saray kapısında sıraya giriyor. 

Anayasa Mahkemesi buna direniyor mu? Asla. Can Atalay kararı gölgeledi ama aynı mahkeme, “dezenformasyonla mücadele yasası” kanunu da tartışmasız onay verdi. AKP sansürüne bir itiraz yok. Arada hakkaniyetli kararlar da verdiği oluyor. Böylesi anlarda “AYM kapatılsın” diye höykürüyor iktidar ortakları. Denetimin hiçbir türünü istemiyorlar çünkü. Sınırsız bir “yürütme” gücü istiyorlar özetle.

***

Yürütme gücünü sınırsızlaştırma, sadece AKP’nin değil sermaye sınıfının siyasi programı. İkinci dünya savaşının ardından Fransa’da ortaya çıktı bu eğilim, De Gaulle anayasası ile ete kemiğe büründü. Oradan yayıldı. “Başkanlık sistemi” olarak biliyoruz sonucunu. Yürütmenin başı olan başkanları geniş yetkilerle donatıyorlar, icraatlarını meclisin ve yargının denetiminden kaçırıyorlar. Bir de “Kanun Hükmünde Kararname” adında bir ucube yarattılar. Bu yolla meclisin yasama yetkisini yürütmeye devretmiş oldular. Hepsi devleti, sermayenin ihtiyaçları uyarınca, hızlandırmak içindir.

Hız ise kuralları esnetmeden imkansızdır. Esnetiyorlar. Yalnız Türkiye’de başka bir hal var. Siyasal islamcılar ölçüsüzlükleriyle geldiler, kuralların tamamını ihlal ettiler, yıktılar, kaldırıp attılar. Artık kuralsızlık yürürlüktedir. Türkiye’de kuralsız bir yürütme ve haliyle kuralsız bir devlet var. Devlet kuralsız olunca çeteleşir, büyük bir suç örgütüne dönüşür. Karşı karşıya olduğumuz şey bundan ibarettir. 

***

Eskiden, savcılar “cumhuriyet savcısı”ydı, demek ki teorik olarak da olsa, cumhuriyet adına hareket ediyorlardı. Cumhuriyeti düştü, artık hâkimler hâkim mi, savcılar savcı mı bilemiyoruz. Bağımsız yargı halinden yürütmenin bir uzantısına dönüşme haline doğru bir gidiş var. Memur hâkim ve savcı dönemindeyiz. Önüne gelen bütün dosyalara yol veriyorlar haliyle. Tuhaf bir dava yağmurunda ıslanmamız bundan.

Kendimden örnek vereyim; İlahiyatçı Sadık Tanrıkulu: “İçinde kâinatın Rabbini inciten unsur bulunan şeyler bin madalya alsa bütün dünyayı sevindirse bizi sevindirmez” diyerek kadın Milli Voleybol Takımını kılık kıyafeti sebebiyle hedef gösterdi. “Kapa çeneni Sadık. Onlar alın teriyle kazanıyor parasını, senin gibi rabbiyle değil!” dediğim için karakola çağrıldım biri iki gün önce.

Aynı şeyi daha ağır bir biçimde yapan İhsan Şenocak’a “İhvan usulü IŞİD” yorumu yaptığım için Salı günü mahkeme karşısına çıkacağım. 

Elâzığ depremini çocuk yaşta evliliklere izin verilmemesine bağlayan gerici “profesör” Bedri Gencer’e “pedofili suçtur” dediğim için de bir dava açıldı hakkımda. Halbuki çocukların cinsel istismarı suçunu düzenleyen TCK’nın 103. Maddesi hala yürürlükte. Bu maddeye göre pedofili suç, hem de ağır suç. 

Daha eğlencelisi de var; Çıkardığı “tarih” dergisinde Mustafa Kemal’in evlatlığı ile yattığını iddia eden Mustafa Armağan’a “tarihçilikle pezevenkliği karıştırıyor” dediğim için de karakola çekildim. Arabulucu aradı geçen hafta, “30 bin lira verirsen şikayetçi davadan vazgeçecek” dedi. Ben de mahkemeye gelsin, daha diyeceklerim var, deyip kapattım. Bunlar, görünüşe göre birer davadır ve hepsi savcıların onayı ile oluşuyor. Utanmaktan ve direnmekten başka çaremiz yoktur. 

***

Eskisi ile kıyaslıyoruz madem, oradan devam edelim. Eskiden daha ciddi soruşturmalar, davalar açarlardı. Örneğin DGM’ler, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, vardı. Savcılar kibardı, Ülkü Çoşkun’u saymıyorum. Hakimlerinin bir kısmı cübbelerinin altında askeri kıyafetleri ile çıkardı duruşmaya. Ama o askerler de birer hukukçuydu sonuçta. Hukuka uymayan işlerde ayak sürümezler, böyle eften püften davalar açmaya yeltenmezlerdi. İşin bir ciddiyeti vardı, özetle. 

Bana sorarsanız 12 Eylül Cuntasının emrindeki Sıkıyönetim Mahkemeleri bile bu dönemin mahkemelerinden daha adildi. “Hukuka uymaya özen gösterirlerdi” demek istiyorum. “Yetmez ama evet” kepazeliğinin desteğinde geldik bugüne. 

***

Bugünün niteliği ne? Anayasa yok ki mahkemesi olsun, cumhuriyet yok ki savcısı olsun; böyle ifade edebiliriz. Bunlar da “sembiyotik” hallerdir. Anayasasız cumhuriyet ve cumhuriyetsiz anayasa imkansızdır. Birinci ve ikinci meşrutiyetin temeli anayasadır. İki arasındaki 30 küsur yıllık mücadele de anayasayı ilan etme-rafa kaldırma mücadelesinden ibarettir. Bu mücadele sonunda Abdülhamit’in başını yemiş, cumhuriyet için yolu açmıştır.

Cumhuriyet de anayasalar ile başladı. Kuruluşunu 1921 ve 1924 anayasalarına borçluyuz. Anayasa istibdadı kaldırmak için şarttır çünkü. İstibdat dediğimiz, hiçbir kuralın olmadığı tek adam yönetimidir. Anayasa kural koyar, istibadı ortadan kaldırır. Anayasa raftaysa, demek ki, istibdat yürürlüktedir. İstibdatta ise Anayasa Mahkemesi imkansızdır.  

İte kaka devleti kuralsızlaştırdılar, anayasayı rafa kaldırdılar. Devlet çeteleşiyor, istibdat yerleşiyor. “Ata”sız Mehmet Uçum’un “milli yargı” dediği işte bu; Tek adamın yargısı. 

Evrensel hukuk kurallarını tepeledin mi “milli yargıya” varırsın. Nedir bu? Reisimin yargısı.

Ama unutulmasın, o tepeledikleri hukuk bir gün tepeleyenlere de lazım olur. Gün olur devran döner, ışık yırtar karanlığı, hiç kuşkumuz yok…

Öyleyse bir kez daha; Kahrolsun istibdat ve yaşasın hürriyet!