Ama doğum günümüzdür 12 Eylül, haliyle biz de devam ediyoruz aynı inatla. Alınacak-verilecek ağır bir hesap var ortalıkta. Öyle ölüp ölüp firar etmek yok. Mezarlarına tüküreceğiz, eninde sonunda. 

Mezarlarına tüküreceğiz

Demek o zaman aklımızı “beşli çete” demek gelmemiş, verimli bir adlandırma, hakkını teslim edeyim. Akılda kalıcı. Gerçi bugün olduğu gibi o gün de TÜSİAD’ı, Atlantik ötesi ve Batılı destekçilerini dışarıda tutuyor ama olsun. Bizim ilk beşli çetemiz Milli Güvenlik Konseyi, MGK, olarak adlandırılıyordu. Silah çekip, yönetime el koymuşlardı. Silah çekmişlerdi ama bunu bizi kurtarmak için yaptıklarını iddia ediyorlardı. Çete üyeleri Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan oluşuyordu. Kısaca “cunta” tabir ediyorduk. 

Darbe yaptıktan kısa bir süre sonra yeni bir anayasa yaptılar, eskisini rafa kaldırmışlardı. O sırada on binlerce genç insan anayasayı rafa kaldırmaya yeltendikleri iddiasıyla yargılanıyor, hücrelerinde çile dolduruyorlardı. 1982’de yenisi için referandum yaptılar, yüzde 92’ye yakın evet oyu aldılar. Yine illegal olduğumuz zamanlardı, fabrika bölgesinde “anayasaya hayır” bildirileri dağıttığımızı hatırlıyorum. Kelle koltukta bir işti bu, yakalansan kayıplara karışman garantiydi. İnanmayacaksınız ama anayasa kabul oyu alınca beşli çetenin başı Kenan Evren de cumhurbaşkanı seçilmiş oldu. Çetenin öteki üyeleri de Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyesi sayıldı. Referandumla cunta meşrulaşmış, yönetime yerleşmişti. Artık ülkeyi beşli çete yönetecekti. 

“Anarşi ve terörü durdurma” gerekçesiyle geldiler, sermaye düzenin önündeki bütün engelleri kaldırdılar, gerici bir rejimin önünü açıp çekildiler. Milyonu aşkın insanımızın işkencelerden geçirilmesi, binlercesinin öldürülmesi, onlarcasının idam edilmesi işte bunun içindi. 

Ama onca şiddete rağmen arzuladıkları sessizliği hiçbir zaman sağlayamadılar. PKK militanları, 1984’de, cuntanın kendini en güçlü hissettiği zamanda Eruh ve Şemdinli’yi bastı. Asker süngüsüyle huzur getirme masalı da o gün sona ermiş oldu. Resmi tabancalı terör şiddetli bir direniş doğurmuştu, ülke yeniden kan gölüne dönecekti. Beşli çete için sonun başlangıcıdır. 

***

Tarihin bize gösterdiği şu; halk düşmanları aynı zamanda sıradan hırsızlardır. İlk beşli çete de halkı korkuttu, o korkudan faydalanarak silah çekip iktidara el koydu ve sınırsız çaldı. Halkımız “general hırsız”la ilk defa tanışıyordu. 

Beşli çetenin en cevval hırsızı Tahsin Şahinkaya’ydı. O kadar çok çaldı ki, sonunda dünyanın en zengin generalleri ligine girdi. Öyle olunca bazı dergilere kapak oldu. O dergilerin ülkeye girişini yasakladılar ama olay kulaktan kulağa yayıldı. Sonunda general hırsız saklanamaz oldu. SHP milletvekili Cüneyt Canver, 1986’da, cesaret edip bir önergeyle bu iddiaların araştırılmasını istedi. Canver şöyle diyordu bu çok temkinli önergesinde: 

"Gerek Türkiye'de gerekse yurt dışında vatandaşlarla yaptığım temaslarda giderek artan bir tempoda sürekli olarak işlenen bir konu ile karşılaştım. Konu eski Milli Güvenlik Konseyi üyesi Sayın Tahsin Şahinkaya ile ilgilidir. Adı geçenin çeşitli dönemlerde bazı yolsuzluk olaylarına karıştığı ısrarla öne sürülmekte ve bu meyanda:

1. Uçak alımında şahsi çıkar sağladığı iddiası

2. Nüfuzunu kullanarak dört büyük şirketin hissedarları arasında yer aldığı iddiası, bu şirketlerden kendisi ve yakınları lehine büyük hisseler elde ettiği iddiası, sağladığı yararlar nedeniyle karısını büyük bir şirkete ortak ettiği iddiası, aynı şekilde birbirine yakın olan bu şirketlerden bir diğerine daha ortak ettiği iddiası

3. Hava Kuvvetleri'nin yaptırdığı tüm inşaatlarda belli bir şirketi kolladığı, tesisleri belli bir şirkete döşettiği ve bundan menfaat elde ettiği iddiası

4. Bu yollardan elde ettiği haksız kazançla çok sayıda gayrı menkul sahibi olduğu iddiası zikredilmektedir.

Yer yer sözlü yer yer de çeşitli broşürler kanalıyla ileri sürülen bu iddialar hep aynı şekilde sonuçlandırılmakta ve "Bütün bu olaylar var ama Konsey Anayasa'ya madde koydu. Bu bakımdan 12 Eylül'de görev yapanların yolsuzluklarını araştırmak yasak. Anayasa değişmedikçe bu iddiaların üzerine kimse gidemez," denilmektedir…

“Denilmektedir” fazlaydı, hırsızlığı sağır sultan duymuştu, beşli çete anayasasında madde vardı, general hırsızlar soruşturulamıyordu. Tabii silahlar da henüz ellerindeydi. Bu tür iddiaları soruşturacak- araştıracak hiçbir güç yoktu. Yolsuzluk konuşulduğuyla kaldı. 

Çetenin hırsız generali uzun yaşadı, 90’ınını gördü. Soruşturulamadığından halktan çaldıklarının çıtır çıtır yedi, kalanı varislerine miras bıraktı. Tek sıkıntı ölmesine yakın hakkında açılan 12 Eylül davasında müebbet hapis cezası alması ve rütbelerinin sökülmesiydi. Ama tarih rütbelerini çoktan sökmüş, hırsız-zalim generaller listesine yazmıştı adını. 

***

Hırsızlığın kısa tarihi şöyle: 12 Mart darbesi TSK’yı neredeyse yeniden şekillendirmişti. Yurtseverler gitmiş yerine çıkarcı-hırsız generaller gelmişti. İlk büyük yolsuzluk 12 Mart’tan sonra ortaya çıktı. Generaller Aeritalia şirketinden Lockheed-Martin lisansıyla üretilen 40 adet uçak satın alınmasına karar vermişti. Tabii rüşveti mukabili. Lockheed-Martin’in yeminli denetçisi, 1976’da, ABD Senatosu’na verdiği ifadede, şirketin uçak satabilmek için Hollanda, Japonya, İtalya ve Türkiye’de askeri yetkililere 1971-1975 yılları arasında toplam 24 milyon dolar rüşvet verdiğini açıkladı. Araştırma komisyonunun raporu üzerine, Lockheed’in Türkiye Temsilcisi Altay Kolektif Şirketi’nin sahibi Nezih Dural, rüşvet verme suçundan tutuklandı. Rüşveti alanı ise bulamadılar. 

Bizim beşli çetenin hırsız generalinin rüşvet işi ikinci sıradaydı. Türkiye’ye satılan F-16 uçaklarının asıl üreticisi olan Lockheed General Dynamics’in Başkan Yardımcısı Takis Veliotis, 1981’te sonuçlanan uçak alım ihalenin ardından, Türkiye’deki yetkililere 23 milyon dolar rüşvet verdiklerini itiraf etti. Uzun zaman sonra rüşveti alanın beşli çete üyesi hırsız general olduğunu söyledi. Peki ne oldu? Hiç!

Bu hiçliğin nedeni sadece ülkede hukukun tepelenmiş olması değildi. Hırsızı koruyan başka güçler, etkili odaklar vardı. Örneğin hırsız generalin hayatı ABD’nin dokunuşlarıyla şekillenmişti. 1944 yılında pilotluk eğitimi almak için gittiği Amerika’ya birkaç yıl sonra fotoğrafçılık eğitimi almak için döndü. Dersini almıştı, döndü Eskişehir’de Hava Fotoğraf Okulu’nu kurdu. Çeteyle birlikte gerçekleştirdiği 12 Eylül darbesinden bir gün önce yine ABD’deydi. Dediğine göre Amerikan Genelkurmay Başkanı’yla kahvaltı yapmış, geri dönmüştü. Sonuçta NATO ordusu subayıydı, halkına, cumhuriyetine sadakat gösterme zorunluluğu yoktu. Sahibi kimse hizmeti onaydı. Sahipleri hizmetten memnun olursa hırsızlığına da göz yumuyorlardı. Halk düşmanlığı ile hırsızlık arasındaki bağın gerekçesi budur.  

***

Beşli çetenin başı ne çaldı ne kadar çaldı bilmiyoruz. O da öldüğünde yüz yaşına dayanmıştı. Tanrısı sanki bunları yanına almak istemiyor gibiydi, tiksiniyor olmalıdır. O da son nefesini verene kadar rahat yaşadı. Giderayak açılan davada artık yatağından kalkamayacak haldeydi. 

Son yıllarında resme merak salmıştı, ressam olduğunu sanıyordu. Herkesin yaltaklandığı, elini eteğini öptüğü bu cahil generalde bir özgüven patlaması olmuştu haliyle. New York’ta bir müzeyi gezerken karşılaştığı Picasso’nun resimleri için “bunları ben de yaparım” diyebilmişti. 

Çete başının amatör sanat merakı, Türkiye burjuvazinin sanatla ve iktidarla ilişkisinin en somut delili olmayı sürdürüyor. Bu cahil generalin çiziktirmeleri, düzenlenen özel müzayedelerde patronlar tarafından peynir-ekmek gibi kapışıldı. İlk resmini büyük oligarklarımızdan Sakıp Sabancı 50 milyon lira vererek aldı. Bir başka tablosuna Koç Grubu tarafından 110 milyon lira ödendi. Parayı bulunca olduğuna inandı, 1993’te, önce Marmaris’te, sonra İstanbul’da Aksanat Sanat Galerisi’nde sergi açtı. Bu sergide yer alan “Anne Sevgisi” adlı tablosu Nuh Çimento’nun sahibi Muharrem Eskiyapan tarafından 500 milyon liraya satın alındı. Bunu ölçü kabul etti, İstanbul’daki serginin açılışında konuştu, iş adamlarından tablolarını bir an önce ve 500 milyondan aşağı olmamak üzere satın almalarını istedi ve ekledi: “Bu satış muamelesini bugün burada hemen yaparsak, ben de bir an önce Marmaris’e dönebilirim.” Emir demiri kesiyordu, 1998’de, “Denizli Horozu” adlı tablosu bir açık artırmada Turizmci Mehmet Kayalıoğlu tarafından 10 milyar TL’ye satın alındı. 1998’de, “Atatürk” tablosu 105 milyar liraya, dönemin kuru ile 422 bin dolar, satıldı. Bu satış rakamı çete başını “yaşayan en pahalı Türk ressamı” yaptı. Boyacı Kenan resmi alanlar arasında ENKA Holding, Ali Şen ve Ali Balkaner gibi isimler de vardı. Hatta Kültür Bakanlığı Resim ve Heykel Müzesi de dayanamamış, “Begonvilli Duvar” adlı tablosuna 300 milyar lira saymıştı. 

Çete başının o resimleri nasıl yaptığı bir dava ile ortaya çıktı. Fikret Otyam, 1976’da çektiği “Sigara İçen İhtiyar” adlı fotoğrafını resme dönüştüren çete başı hakkında, 1 liralık dava açtı. Çete başı bir liralık dava konusu olan o tabloyu iş adamı Halis Toprak’a 2001’de 1 milyar 300 milyon liraya satmıştı. Dava sonuçlandı, Boyacı Kenan 1 liralık tazminata mahkûm edilirken, hapis istemi “bir daha yapmayacağı kanaati oluştuğu” gerekçesiyle reddedildi.

Baktı olmayacak, erotik resimde karar kıldı. 2002’de beşinci kişisel sergisini Antik Palace Hünkar Salonu’nda açtı. Oyuncu Hande Ataizi ve buz pateni yıldızı Katerina Witt’in erotik resimlerini yapmıştı. Birine 2,5 diğerine 10 milyar lira istiyordu. Egosu böylesine şişmiş bir utanmazdı. Başına çuvalla para yağdırılıyordu, belki de hırsızlığa bu nedenle ihtiyaç duymamıştır, kim bilebilir?

***

O da öteki hırsız general gibi hayatının son yıllarında “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı ortadan kaldırmaya cebren teşebbüs etmek” suçlamasıyla yargılandı. Ama iş teşebbüs aşamasını çoktan geçmişti. Anayasayı ortadan kaldırmış, laik cumhuriyetin yıkılmasına gidecek bir yolu açmıştı. Öldü, cenaze namazı sırasında helallik istenirken, cami avlusundaki iki kadın “haram olsun” diye bağırdı. Ödediği en ağır bedel buydu.

Onu mahkûm ettikleri suçu işlediği iddiasıyla 48 kişi idam edildi; halkın gözüne bak baka “asmayıp da besleyecek miyiz” demişti, emir telakki edildi. Bir de asılmaktan kurtulup beslenenler vardı. Onların çoğu da cezaevlerinde dayakla, işkenceyle, açlıkla beşer onar öldürüldü, sakat bırakıldı. Hepsini istisnasız anayasayı ortadan kaldırmakla suçlamışlardı. 

***

Şimdi beşli çetenin silah zoruyla yazdığı anayasa da rafta. Onların yarattığı çöplükte eşelenen tarikatçıların, imamların eline geçti silah. Onlara ihtiyacı kalmadı haliyle. İtip kaktılar bir süre, ayak sürüyenleri Ergenekon ve Balyoz davalarıyla toplayıp bir güzel patakladılar, rütbelerini söktüler. Uslananlar uslandı, uslanmayanlar silindi gitti. Çetenin izinden gidenleri gençlerden boşalan koğuşlara doldurdular. O koğuşlara doldurulan askerlerin çoğu korkudan, ümitsizlikten telef oldu. Oysa onların silah arkadaşlarının her gün dayakla, işkenceyle hizaya getirmek istediği sıradan insanlarımız gıklarını çıkarmadan yıllarca dayanmış, içeriden başları dik çıkmışlardı. 

Beşli çete öldü ama fikri iktidarda. Yerlerini yeni ve daha becerikli hırsızlar aldı. Üstelik kendilerine engel olacak ne yasa ne anayasa ne meclis bıraktılar ortalıkta. Silip süpürdüler cumhuriyetten arta kalanı. 

Sonra bir 12 Eylül daha girdi hayatımıza, “yetmez ama evet” kepazeliğidir. İki 12 Eylül’de yerle bir ettiler ülkenin 150 yılda biriktirdiklerini. İşte yarattıkları karanlık ortada. Ama doğum günümüzdür 12 Eylül, haliyle biz de devam ediyoruz aynı inatla. Alınacak-verilecek ağır bir hesap var ortalıkta. Öyle ölüp ölüp firar etmek yok. Mezarlarına tüküreceğiz, eninde sonunda.