Altı üstü liseye giden ama dünyayı devirmeye hazır koca adamlar gibi görünen, ceketleri ve kravatlarıyla üstlerinde yaşam ciddiyeti taşıyan T cetvelli abiler vardı. Onları gözleyen, bekleyen, “aman oğlum, aman kızım” diyen anneler vardı. Babalar ise ortalıklarda yoktu. Onlar muhtemelen kahvehanedeydi. Ama birkaç hafta önce, yine bu köşede bahsettiğim o akasyalı caddenin hemen her evinde en az bir örgüt, bir yapı, bir hareket vardı. Ablalar ve abilerle.

Kırk yılın kahrı ve kırk yılın hatrı!

Söz konusu 12 Eylül olunca acısı da nostaljisi de yazısı da haliyle çok oluyor. Ama burada amacım nostalji yapmak değil. “Orta sınıf” kafasıyla “çok yenildik abi” edebiyatına sarılmak da değil. Ya da ortada bir yenilgi varsa bile bu yenilginin üstünü örten “cafcaflı” siyasetsizliğin parçası olmak da değil. Tüm bunlar zaten 12 Eylül’de uzun süre kalmanın hem belirtisi hem de nedeni. 

Ayrıca 12 Eylül gibi kritik dönemeçler bireysel tanıklıklarla değil siyasi bir bakışın içinde değerlendirilmeli. Yani bireysel anılar da siyasi bir derdin içinde anlam kazanmalı. Özellikle de 12 Eylül için bu zorunluluk daha titizlikle savunulmalı. Yoksa geriye sadece müzminleşen bir yenilgi edebiyatı kalıyor, başka bir şey değil.

Ama benim gibi siyasi arayışlarla ülkeyi kaplayan toz duman yatıştıktan çok sonra tanışanlar var. Onların tüm bu geçmişi efsaneler, söylenceler ve ağıtlar üzerinden okuması, bilmesi ise daha büyük dert. Orada artık bir başka 12 Eylül başlıyor, kuşaktan kuşağa aktarılıyor ve kalıcılaşıyor. Aradan 40 yıl geçtikten sonra bu tür küçük notlar, hatıralar artık sadece bugünün yanıtlarına küçük ekler olabilir. Yani aslolan bugünün meseleleri karşısında ne dediğiniz, nerede durduğunuzdur. Yoksa 12 Eylül, geçmiştir.

*

12 Eylül sabahını hatırlıyorum mesela. Öyle karanlık bir sabah değildi. Sis falan da yoktu. Sadece biraz serindi. Az ilerideki kavakların ardından siyah-beyaz bir polis arabası geçiyordu ve sıkıyönetim ilan edildiğini, sokağa çıkma yasağı olduğunu duyuruyordu. Balkona çıkmıştık. Sanırım ailece. Ben sadece kendimi hatırlıyorum gerçi ama bir de işte şu kavakları ve anons yapa yapa geçen polis arabasını.

Sonra komşular vardı. Altı üstü liseye giden ama dünyayı devirmeye hazır koca adamlar gibi görünen, ceketleri ve kravatlarıyla üstlerinde yaşam ciddiyeti taşıyan T cetvelli abiler vardı o komşularda. Onları gözleyen, bekleyen, “aman oğlum, aman kızım” diye tembihleyen anneler vardı. Babalar ise ortalıklarda pek yoktu. Onlar muhtemelen kahvehanedeydi. Ama daha bir kaç hafta önce, yine bu köşede bahsettiğim o akasyalı caddenin hemen her evinde en az bir örgüt, bir yapı, bir hareket vardı. Ablalar ve abilerle. Amcalar ve teyzelerle. Sonradan çokça öykülerini duyacaktık. Gizli gizli anlatılan öykülerini.

Mesela biri götürülmüştü o zamanlar. Sanırım yani. O zamanlar konuşulamazdı böyle şeyler. Konuşulurdu belki ama biz küçüklerin yanında değil. T cetvelli abiydi sanırım o. Uzun bir süre geri gelmemişti. Gelince de sanki uzun bir süre kendine geri gelmemişti. 

Bir diğeri, bir kaç yıl sonra, sanırım bizler okumayı yeni yeni öğrendiğimiz vakitlerde, sokağa bir pankart asacaktı. İki yanından “bomba süsü verilmiş” küçük paketler sarkan bir pankarttı. Asıldığı yerden indirmek için gelen ekipteki komiser, gözümüzün önünde, memurunun arkasına saklanıp onu ittirecekti en öne. Memur ise titreye titreye çıkacaktı merdivenin tepesine. Elindeki değnekle paketlerin ne olduğunu uzaktan sakına sakına anlamaya çalışacaktı. Biz tüm bunları camdan izlerken “Hayrullahoğlu’nun Hesabı Sorulacak” gibi bir yazıyı heceleyecektim. Öyküsünü ise yıllar yıllar sonra tamamlayacaktım.

Bir kaç yıla kapanacak ve bir daha açılmayacak İstanbul Sineması’nın dış duvarına ise Sıkıyönetim Komutanlığı’nın “aranıyor” afişleri döşenecekti. Boydan boya. Üstünde onlarca siyah beyaz fotoğrafla. Zaman geçecek, o siyah beyaz fotoğraflar solacak ama “aranıyor” afişleri yıllarca o duvarda kalacaktı. Ta ki günlerden bir gün, sinema yerine bol dükkanlı bir pasaj yapılmak üzere yıkılıncaya kadar. Buldozer devirerek dolaşırken duvarların üstünde o aranıyor afişlerinin ardından “Tek yol devrim!” yazısı başını uzatacaktı.

Televizyon tabii ki siyah-beyazdı ve de tek kanallıydı. İstiklal Marşı’yla açılıp İstiklal Marşı’yla kapanıyordu ama “ceddin deden neslin baban” gürültüsüne Bonny M.’in Rasputin’i de karışıyordu. İnsanlar avuntuyu önce Küçük Ev’de, sonra Dallas’ta ve sonra da Köle Isaura’da arıyordu.

Bakmayın şimdilerde o günlerin öyle kolayca dört bir koldan lanetlendiğine. Bugün “darbelere karşıyız” diyenlerin hepsi açık ve net seviniyordu olan bitene. Ayakta alkışlanıyordu Kenan Evren. Coşkuyla karşılanıyordu Turgut Özal. Birbirlerinin tamamlayıcısı gibiydiler. Toplumun iyi, güzel nesi varsa onun üstünden geçen bir yaratığın iki farklı yüzü gibiydiler.

Ya da topluma “yeni” iyiler ve güzeller veriyorlardı. Yeni referanslar. Şimdilerde postal ve takunya ile özdeşleştiriliyor 12 Eylül, haksız da sayılmazlar, ama çok eksik kalır tablo. 12 Eylül takunyanın önünü açtığı kadar örneğin Playboy’un da, Magic Box Star TV’nin, otoyolların, yüksek katlı binaların, betonlaşmanın ve otomobilleşmenin de önünü açtı. 12 Eylül sadece gericilik, silah devlet gücü ve sola yönelmiş baskı değildi işte. Aynı zamanda Banker Kastelli’ydi, Sakıp Sabancı’ydı, köşe dönmeydi. 

Kenan Evren’i de beklemiştik mesela şehrin ana caddesinde. Daha henüz çıkarmamıştı üniformasını üstünden. Beklemiştik öğrenciler, öğretmenler, gençler, yaşlılar; hem de saatlerce. Gelmeyecekti bir türlü ilan edilen saatte ve öğretmenler beklemekten iyice sıkışan öğrencilerine tuvalet izni bile vermeyeceklerdi. Korkudan değil, paşanın geliş anını kaçırmasınlar diye. Heyecan öyle bir heyecandı!

Gelip konuşma yapacağı balkon ise yeni yapılan “adalet sarayının” balkonuydu. Bir kadının bağırışını hatırlıyorum. Sanki oğlunu soruyordu. Ya da başka bir şey. Tek taşkınlık işte o kadının sesiydi. Gerisinde ise alkış, tezahürat ve dualar vardı.

Alkışlar bir tek onlara mıydı? Reagan, Thatcher ve Gorbaçov da alkışlanıyordu o yıllarda. Dünyanın bambaşka bir yöne gittiğinin suratlarıydı o üçü. Tabii ki Helmut Kohl ve François Mitterrand da sık sık arzı endam ederdi günlerin neler getirdiğini merak ettiğimiz evlerimize. Onlar da iyi ve güzel olan ne varsa hepsinin üstünden geçmeye yeminliydiler. Ve yaptılar da.

12 Eylül bazı şeyleri bir daha açılmamak üzere kapattı. Mesela bizim evde bir çanta vardı. Yıllarca hiç açılmadı. Sır gibi saklandı. Yıllar yıllar sonra açıp bakabilmiştim içine, atılmadan az önce.” TÖB-DER V. Olağan” kurultayıydı ya da kongresiydi ya da genel kuruluydu sanırım. Öyle bir şeydi. Ama 12 Eylül aynı zamanda başka şeyleri de bir daha kapanmamak üzere açtı. Kapitalizm ve sosyalist devrimin kaçınılmazlığı gibi mesela.

*

Çoğu kişinin bu tür anıları, yaşanmışlıkları hâla ve hâla üzüntüyle hatırlamasını anlıyorum bir yandan. Ama bir yandan bu bitip tükenmez üzülme halinin bugünü de pas geçmenin bir özrü haline geldiğini de görmeleri gerekiyor. Belki bunu, o günlerin T cetvelli abilerinden, ablalarından beklemek biraz haksızlık olur. Onların üstünde kırk yılın kahrı var. Ama bugünün T cetvellileri, dünyayı devirmeye hazırlanan yeni ablaları, abileri, cinsiyetsizleri, okuyup okuyup uzun süre anababa parası yemek zorunda kalacak olan yeni proleterleri… İşte onlar artık geçmişi üzüntüyle değil “Ne güzel mücadele vermişler, ne güzel koşmuşlar devrime!” diye bilmeli. 

Ve bugünün Erdalları, Erenleri, Berkeleri, Derinleri ve tabii ki Denizleri yine de mutlaka üzüleceklerse bir tek kendilerine, bugün öyle koşamadıklarına üzülmeli.

Not: Yazının fotoğrafı Uşak’tan, 17 Mart 1977’den. Belki de o T cetvelli abiler, ablalar da bu karededir. Devrimci Yol Gazetesi’nin 1 Mayıs 1977 tarihli ilk sayısından aldım. Hepsine yürekler dolusu selam.