Siyasetiyle, yasama, yürütme ve yargısıyla “kaotik ortamın devamına karar verilmiştir”, “gündem bizimle dolacak”, “liberal etkiler her yerde yaşayacak” diyorlar.

Kabak tadı…

Büyük kandırmaca yeni anayasa. Sömürücülerin ve gerici destekçilerinin serbestçe yaşayıp yöneteceği bir devlet isteyenlerin kandırmacası. İktidarı ve muhalefetiyle birbirinden farkı olmayan siyasetle halkı oyalamaya kalkışıyorlar.

Laik Cumhuriyeti yıkanlar, Anayasayı uygulamayanlar, yaşamaması gereken tarikat ve cemaatleri yaşatanlar, Anayasaya göre aday olamayacak bir adayı “sandıkta yeneriz” diye kabul edip koltuğa oturtanlar, halkı sandığa tutsak edenler, hukuksuzluk üzerinden hukuk yaratmaya kalkışanlar, yarattıkları “organize yargı krizi” sürdürülürken “50+1” tartışmasını oyuna soktular. Parça parça arkası gelecek. 

Organize yargı krizinde ipe un serilmeye devam ediliyor. Yargıtay 4. Ceza Dairesi yapılan başvuruya “benim konum değil” yanıtını verdi. Ardından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının (YCB) Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararındaki suç duyurusu için savcı görevlendirdiği haberi geldi. Şimdi savcının ne yapacağı tartışılıyor. 

Bir kısım medyayı da kullanarak tam bir çalçene ortamı.

Sorular geldiği için kısaca söyleyelim: Suç duyurusunda bulunulanlar Anayasa Mahkemesi başkan ve üyeleri olduğu için AYM Kanunu gereği “görevden doğan veya görev sırasında işledikleri iddia edilen suçlar” için AYM içinde oluşturulacak “soruşturma kurulu” devrede olur. Bu kurulun raporu üzerinden soruşturma açılmasına da AYM Genel Kurulu karar verir. Sonuç: Konu YCB’nin görev ve yetkisi içinde değil. 

Görevlendirilen savcı buradan bir delik açmaya mı çalışacak, bekleyip göreceğiz. 

Göreceğiz de hak ihlalleri yıllardır devam ediyor. Anayasanın uygulanmaması, AYM kararlarını bağlayıcılığından öte, yaygın hak ihlalleriyle devrede. AYM bunlardan bir bölümünü bireysel olarak saptıyor. 

AYM Genel Kurulu nasıl mı toplanacak? Yüce Divan nasıl mı oluşacak? Bir daha cumhurbaşkanı adayı olamayacak Erdoğan 50+1’i neden tartışmaya açıyor? Adaylığı için geçici madde mi konulacak? Parlamento daha mı işlevsiz hale getirilecek? Başkan daha geniş görev ve yetkilerle mi donatılacak? AYM ne olacak? Yargı denetimi törpülenecek mi? Hak ve özgürlükler daha fazla kısıtlanacak mı? Başkanlı rejim zaafları kapatılarak daha güçlü duruma getirilecek mi?

Siyasetiyle, yasama, yürütme ve yargısıyla “kaotik ortamın devamına karar verilmiştir”, “gündem bizimle dolacak”, “liberal etkiler her yerde yaşayacak” diyorlar.

Bunalım içindeki halk için bunlar dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı…

Gerçekten kabak tadı verdi. 

1921 ve 1924 Anayasalarındaki parlamenter gücün 1946 sonrasında dünya ekonomisiyle eklemlenmeye ortak olması, 1961 Anayasasında “kuvvetler ayrılığı” adı altında yargısal, denetimsel güçle dengeleme girişimi, 1971 Anayasa değişikliğiyle denetim gücünün törpülenmesi ve yürütmeye güç verilmesi, 1980 darbesi sonrası kuvvetler çatışmasından yakınılması ve parlamentonun ve siyasi partilerin kapatılması, 1982 Anayasasıyla parlamento ve yargının törpülenip  güçlü yürümenin egemenliği, 2007 değişikliğiyle cumhurbaşkanının halk tarafından seçimi, 2010 değişikliğiyle yargının köreltilmesi, 2017 değişikliğiyle parlamentonun köreltilerek başkanlı rejime geçiş, yüz yıllık süreçte hak ve özgürlüklerle sürekli oynanması, kamu gücü tarafından hak ihlali yapılıp yapılmadığının denetimi için bireysel başvurunun araya sıkıştırılması ama buradaki kısmi ihlal kararlarından yakınılması, seçim hukukuyla ve yargı organlarıyla sürekli oynanması, laikliğin yok edilmesi… Adım adım ilerici, aydınlanmacı Cumhuriyetin yok edilmesi…

AKP ve Erdoğan’la sınırlı olmayan, Menderes, Demirel, Evren, Özal simgelemeleriyle düzen siyasetinin, ulusal ve uluslararası sermayenin sürekli gündemde tuttuğu bir süreç var. 

1980’lerden bu yana parlamentolardan istediği yasaları ve kararları çıkartan siyasal iktidarlar ve sermaye başkanlı rejimi istedi, yaşama geçiren AKP oldu.

1960’dan önce devreye sokulan emperyalist bağımlılık ilişkileri, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, NATO bağımlılığı söz konusu. 27 Mayıs 1960’da radyodan okunan ilk bildiride “NATO’ya inanıyoruz” denmesi, 1980’de “NATO dahil tüm ittifak ve anlaşmalara bağlı” kalınacağının MGK başkanı tarafından vurgulanması belleklerde. 

Peki, “Devlet, başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş, Anayasal kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri almamışlardır” sözleri, Darbeciler tarafından 12 Eylül darbesinin gerekçesi yapılırken 43 yıl sonra Anayasa, devlet, hukuk ve düzen içi siyaset ne durumda?

Peki, sermaye palazlandıkça palazlanmıyor mu? Emek gücü sömürü batağına daha fazla itilmiyor mu? Bu tablo 12 Eylül’ün kimlerin yararına, neden yapıldığını açık seçik kanıtlamıyor mu?  

Anayasayla, devletle ve hukukla, hak ve özgürlüklerle oynamaların hiçbiri kapitalizmin ekonomi politiğini değiştirmedi, sermayenin sınırsız hükümranlığını pekiştirdi.             

Emekçiler, halk nerede? Dağ yarıldı içine mi kaçtı?

Emekçiler, -bir kısmı yedek işgücü olarak bekletilmekle, bir kısmı göç insanları olarak farklı coğrafyalara itilmekle, bir kısmı sosyal güvenlik batağında tutulmakla- güvencesiz ve esnek çalışmaya, sömürülmeye devam ediyor, yoksullaştırılıyor. Patronlar da kârlarını katlayarak mülklerine mülk katıyor, zenginleşiyor.

Tarihsel bakış aydınlanmacı ve ilerici Cumhuriyeti yerli yerine oturtuyor. Ancak bakışı orada dondurmamak, yüz yıllık süreci, laikliğin yok edilmesini, bilim, eğitim ve sağlığın piyasalaştırılmasını, devletin ticarileştirilmesini, kapitalist/emperyalist bağımlılığın keskinleştirilmesini, sermaye egemenliğinin yaygınlaştırılmasını, emekçiler üzerindeki baskı ve denetimin tavana vurdurulmasını, sınıfsallığın uzlaşma içinde eritilmeye kalkışılmasını analiz etmek; derinleştirilen sömürü içinde susmamak, örgütlenerek ayağa kalkmak daha önemli ve gerekli.