'...futbol ve daha genel olarak spor ile ilgim üzerine üç beş söz etmem yerindedir. Ancak, daha önce, şu korona günlerinde, neredeyse hepimiz onunla kafayı bozmuşken, bu konunun nereden çıktığına da hiç değinmemek olmaz.'

Güzel oyun

Güzel oyun dediğim, futbol. Bunu en başta yazayım ki, bu oyunun düşmanları, adını duymalarıyla tüyleri diken diken olanlar diyerek en uçtakileri de katalım, hemen vazgeçsinler yazıyı okumaktan.

Çok önceden duyurmuştum birkaç hafta, daha doğrusu, belirsiz bir süre boyunca yazmayacağımı. Ama, dayanamadım, iki hafta önce “kesin olmayan” bir dönüş yaptım. Bu hafta bir kez daha dönmüş oluyorum. Döne döne başım dönmez, umarım.

O ilk dönüşüm şu baş belası salgın ile doğrudan bağlantılıydı. Hâlâ zavallılıktan kurtulamamış insanlık nereden çıktığını bilemediği bir felaket karşısında teslim bayrağını çekmişti; her sınıftan herkesin aynı şiddette bir acımasızlıkla ölüme yenik düşeceği yanılsaması içindeydi. Büyük bir şairin bu yanılsamaya onlarca yıl önceden seslenen yanıtı unutulmasın istemiştim. Şimdiyse, içimiz dışımız virüs oldu, yeter artık, demek üzere dönmüş oluyorum.  

Bu futbol denilen devasa sektörün bundan böyle nasıl aşılması imkânsıza yakın güçlüklerle karşılaşacağı, bunun üstesinden gelmek için kimlerin, neler yapacakları değil üzerinde durmak istediğim. Deyiş uygun görülürse, biraz “nostaljik takılacağım”. Yoksa, bizim güzel oyunumuzu kendisine benzeten kapitalizmin, yahut emperyalizmin, muazzam kârlar getiren sektörlerinden biri olan futbolun, ya da belki daha kapsayıcı bir anlatımla tecimselleşmiş  sporun diyelim, hangi sıkıntılarla karşılaşacağı, onları nasıl aşacağı falan beni hiç ilgilendirmiyor.

Buraya kadar nesnel görünen bir anlatımla devam ederken, “beni hiç ilgilendirmiyor” demekle işi basbayağı öznelleştirdiğimin, hatta kişiselleştirdiğimin  farkındayım. Öyleyse, futbol ve daha genel olarak spor ile ilgim üzerine üç beş söz etmem yerindedir. Ancak, daha önce, şu korona günlerinde, neredeyse hepimiz onunla kafayı bozmuşken, bu konunun nereden çıktığına da hiç değinmemek olmaz.

Ne zaman burada yazmaya başladığını şu anda bulup çıkaramayacağım bir yazarımız var. Ne iyi oldu da bu çocuk bizde yazmaya başladı, demişimdir hep. Bizim arkadaşlardan hangisi ya da hangileri onu kazanma başarısını gösterdiler, diye yarım yamalak bir soruşturma da yapmışımdır. Ama, adı üstünde, yarım yamalak olduğu için bir sonuca ulaşamamışımdır.

Devam etmeden, az önceki “bu çocuk” sözcüklerinin benim açımdan, herhangi bir küçümsemeyi ya da benzeri bir yaklaşımı değil, tam tersine, hem insancıl, hem düşünsel, hem siyasal anlamlarda bir kapsayıcılığı  barındırdığını eklesem, gereksiz bir açıklama olur mu acaba? Olmasına olur da, eklemeden edemiyorum.

Bana bu yazıyı yazdıran, deminden beri girizgâh yollu kendisinden söz ederken galiba fazla uzattığım  Serdal Bahçe’nin geçen haftaki yazısı oldu. Bana kalırsa, çok duygusal bir yazıydı. Bazı satırlarını okurken, kendi çocukluğumu ve gençliğimi de hatırladığımdan olmalı,  burnumun direği sızladı diyebilirim.  

Bu yazı oradan oraya atlayarak sürecek, anlaşıldı.  

Beni, sadece şu son şaşırtıcı yazısı ile değil, asıl daha önce yazdıklarıyla sadık bir okuyucusu durumuna getiren Serdal Bahçe’nin adını ilk kez kimden duyduğumu da yazıp devam edebilirim. Şimdi, şimdi değil epeydir iktisat profesörü Ahmet Haşim Köse’den duymuşumdur; onunla birlikte birtakım iyi çalışmalar yapar, sağda solda yazar, konuşurlardı. Yıllar önce, benim yol yordam göstermemle girdiği işyerimizden arkadaşımdı  Ahmet ve ilm-i iktisatta ilerlemek için doktoraydı şuydu buydu uğraşırdı. Ben de ona boş ver bu iktisat işlerine, fazla kafayı takma der, devrimci bir çocuktu çünkü, bu yönde beyin yıkamaya çalışır, o arada kendisini etkilemekte yardımcı olabilecek bazı kaynaklar verirdim. Bunlardan biri, o sıralar Paris’te “gönüllü sürgün”ündeki bizim Yalçın Hoca’nın yeni basılmış bir kitabıydı; bazı satırların altını çizerek armağan ettiğimi hatırlıyorum, 1996’nın ortaları olmalı. Altını çizdiğim satırlar, ilm-iktisatı ve onun sıradan öğrencilerini eleştiren, eleştirmenin ötesinde düpedüz aşağılayan satırlardı. Örnek olsun, şuna benzeyenler: “Bir ahmak, doktora yapsa da, profesör olsa da yine ahmaktır; (…) eğer doktora ve profesörlük iktisatta ise doğuştan ve aileden gelen ahmaklık daha da artıyor.” Göndermenin doğrudan muhatabının o sıralar başbakanlık koltuğunu işgal eden hanım profesör olduğunu da belirtmeden geçmeyelim.

Her neyse, iyi ki beni dinlemedi, devam etti, profesör neyim oldu. Söylemiş ve yazmışımdır, sayıları pek az olan emekten ve emekçiden yana iktisatçılar arasına katıldı.

Adını ilk ondan işittiğim Serdal Bahçe de o iktisatçılardan biri işte. Buradaki yazılarını okudukça, bu kadarının yeterli bir tanım olmadığını anlıyorum; daha fazlasını hak ediyor. Onun geçen haftaki yazısı ise beni hem şaşırttı hem de sevindirdi. Neden şaşırttığını anlatmak uzun sürebilir; neden sevindirdiğini yazarak devam etmek en iyisi.

Bu nedeni sezdirmek bakımından bundan otuz yıl kadar önce yazdığım bir şiiri aktarmak en uygunu gibi görünüyor:

OYUN KURUCU
                           Tahsin Usluoğlu’na
herkesin bin türlü takıntısı vardır
ben en çok ayaktopunda dalgamı geçtim
kar kış demedim oynadım ahir ömrümde
akıl almaz bir ciddiyetle hem de
önemli bir sakatlığım olmadı çok şükür
kimseyi de kırıp dökmedim efendice oynadım
gözlüğümü hiç çıkarmadan neredeyse bilgince
gol atmayı değil attırmayı sevdim
bu oyunu yakıştırdım kendime ötekilerin içinde
o yüzden belki hep biraz avam kaldım
ne saatler geçirdim kafa yordum
sonunda iyice öğrendim artık hoşnudum
rüzgâr gibi bir adam olamadım ancak
peşime takıp bütün bir savunmayı gidemedim
onbinlerce insanı ayağa kaldıramadım
              üç dört kişinin arasından sıyrılıp
                   zıpkın gibi süzülürken karşı kaleye
biraz daha vaktim olsaydı keşke
ne şiirler yazardım biliyorum gönlümce

Bu şiirin ithaf edildiği insan, benim önce sınıf arkadaşım, daha sonra ve hâlâ dostumdur. Birlikte futbol oynardık. Her şeyi yapardık. Devrimcilik dahil. Bugünküne benzer pek çoklarını yaşadığımız istibdat dönemlerinin birinde barış ile ilgili bir örgütlenme içinde yer aldığı için savaş taraftarlarınca yargılandı; epey yattı, tutulup bırakıldı, yeniden tutuldu ve sonunda beraat etti; sonuç olarak dört yıl kadar alacağı kaldı devlet dediklerinden; nasıldı deyim,  “alacağına şahin, vereceğine karga” olandan. Uzun yıllar önceydi; şimdi, adım başı öyle alacaklılara rastlıyoruz.

Serdal Bahçe doğru söylemiş elbet, futbol yoksulun oyunudur. İngiliz işçi sınıfının icadı olduğu yolundaki teorileri itirazsız kabul etme eğiliminde olmuşumdur. Eski püskü bir top buldun muydu, yeter. Hatta ortasından yarılıp çöpe atılmış bir topun içini kâğıtla mağıtla doldurup yarığı akıllara durgunluk verecek bir ustalıkla dikerek oynadığımızı bile hatırlarım. Top pek zıplamazdı ama, olsun, işe yarardı.

Bir de boş arsa. Kale direği falan gerekmezdi; iki yana üçer beşer taşı üst üste dizersin, o kadarına bile gerek yok, iki tane irice taşı bir o yana bir bu yana koyarsın, olur biter. Ayrıca, kaleciyi geçen her topta taş üstü müydü, gol müydü tartışmaları işe ek bir canlılık katardı. Doğru dürüst bir top sahibi olanımız varsa aramızda, tadından yenmezdi. Ama öyle durumlarda da iki sevimsizlik ortaya çıkardı: Birincisi, herkes sırayla kalecilik yaparken top sahibi hiç kaleye geçmezdi; ikincisi, taş üstü mü gol mü benzeri tartışmalarda onun bir tür son sözü söyleme hakkı olurdu ki, doğal olarak, hiçbirimizin hoşuna gitmezdi. Diyeceğim, eskiden beri özel mülkiyetin sağladığı ayrıcalıklardan bazıları bizim güzel oyunumuzda da kendini gösterirdi.

Ev içlerinde bile oynardık, biraz büyücek bir odası olanlarımızın evlerinde. İç içe geçirilerek dürülüp katlanmış eski çoraplardan top imal edilirdi ve birer, en çok ikişer kişilik takımlar halinde oynanırdı. Burada zamanlama önemliydi; çünkü annelerin, hatta ispiyonculuk yapma olasılığı güçlü küçük kardeşlerin de evde bulunmadıkları zamanları seçmek gerekirdi.

Böyle böyle başladım ve kırk yılı aşkın bir süre oynamaya devam ettim. Son olarak, en yaşlısı benden on iki yaş küçük ve aralarında kendi oğlumun da bulunduğu genç yoldaşlarımla oynama cür’etini gösterdiğim akşam, yaşım elliyi bulmuştu. Daha maçın onuncu dakikasında ayaklarım gitmez oldu ve, oyuncu değiştirme hakkı olmayan çok eski zamanlardaki gibi, maçı sol açıkta tamamlamak zorunda kaldım.

Bitirmeden, hiç karşılaşmadığım halde böyle anmakta sakınca görmediğim Serdal kardeşimizin iyimserliğine katılamadığımı eklemeliyim. Bizim çocuklarımızın, benim  yaştakilerin torunlarının diye düzelterek devam edebilirim, öyle günleri yaşayacaklarını pek sanmıyorum. Yakın gelecekte, “endüstriyel futbol” dedikleri ya çökecek ya da büsbütün tiksinti verici bir niteliğe bürünecek ve belleklerdeki izi bile pek belirsizleşmiş o eski güzel oyunumuzu yeniden yaratmak önceliklerimiz arasında yer almayacak. Gündemimize girecektir girmesine de biraz arka sıralardan, demek istiyorum.

Daha uzak gelecekte ise, Keynes’in o kadar da hakkını yemeyelim, hepimiz değilse bile çoğumuz ölmüş olacağız.