Okulun son temsilcisi Habermas Marksist değildi, filozof olduğu da artık kuşkuludur. Filozof tabir ediyoruz ama savaşta karşı tarafın silahlı külahlı bir neferidir. 

Frankfurt kıraathanesindeki hain

Üçüncü dünya savaşına mı sürükleniyoruz? Ukrayna ve Gazze çatışmalarının ardından bu bir sorudur. Tabii sorunun bir de örtük ön kabulü var; önceki iki savaş sona ermiştir ve buna karşılık bir yenisi, üçüncüsü, ihtimal dahilindedir. Oysa üçüncü savaşın emaresi olarak görülen çatışmaların ve cephelerin, sürmekte olan ve yüzyıla yayılan tek bir savaşın davamı olduğu yönünde işaretler var. Savaş 1914’te patlak verdi, burada anlaşıyoruz. Ancak ne zaman bittiği konusunda kuşkularımız var. Bitmemiş de olabilir, dediğimiz budur. 

“Kesintisiz savaş” teorilerinden birini Hocamız Zafer Toprak’a borçluyuz. Birinci savaşı sona erdirdiğine inanılan Paris Barış Antlaşmalarında barışın sözde kaldığını, galiplerin Versailles, Saint-Germain, Neuilly, Trianon ve Sevr anlaşmaları ile barışı değil, mağlup olmuş ülkeleri çökertip, onları bir daha ayağa kalkamayacak duruma sokmayı, soyup soğana çevirmeyi amaçlandığını ileri sürdü. Birinci savaşın mağlupları bu anlaşmaları imza etmek için Paris’e çağrıldılar. Almanya 28 Haziran 1919’da Versaille’da, Avusturya 10 Eylül 1919’da Saint Germain’de, Bulgaristan 27 Kasım 1919’da Neuilly’de, Macaristan 4 Haziran 1920’de Trianon’da imzaladı. Osmanlı Devleti ile ilgili olarak bir anlaşmaya varamadılar. Sonuçta bu plandan sadece Sevr’e uymayı reddeden genç Türkiye Cumhuriyeti sıyrılabildi. Barış anlaşmaları aslında yeni bir savaşın fitilini ateşledi, dediği budur. Bu antlaşmalar sonucunda Avrupa’da son derece “şoven, irredantist, rövanşist” rejimler oluştu. Avrupa’da ortaya çıkan otoriter ve totaliter rejimlerin sorumlusu Paris Antlaşmalarıydı. Hitler’i iktidara taşıyan Versailles antlaşmasının ta kendisiydi. Demek ki savaşlardan ikincisi birincisinin kesintisiz devamıydı. Zafer Hocamızdan özetledim. Bu durumda, aslında 1914’te başlayan ve 1945’te sona eren tek bir dünya savaşı söz konusudur.

Sonuçta ikili bir karakter taşıyan tek bir dünya savaşıyla, az çok, bir “statüko” oluşturulabilmişti. Ortadoğu yeniden paylaşılmış ve sosyalizmin varlığına rıza gösterilmişti, statükodan kasıt budur. Kapitalizm sınırlanmış ve Dünya paylaşılmıştı. Ancak ABD’nin Irak’ı işgali ile birinci savaşın, Sovyetlerin çözülüşü ile ikincisinin oluşturduğu statüko parçalandı. Ortadoğu’da ve Dünyada sınırlar ortadan kalkmıştı, yeniden çizilecekti. Ve kapitalizm dizginlerinden boşalmıştı. Bunlar, savaşın devam ettiği anlamına geliyordu. Demek ki 1914’te başlayan ve halen devam eden uzun bir savaştayız. Savaş yüzyılı henüz kapanmamıştır.

***

Tabii, ikincisinden sonra savaş ısısını kaybetmiş, soğumuştur. Artık savaş “soğuk savaş”tır ve soğuk savaşta az mermi çok ideoloji vardır. Esası ideolojik bombardımanla kalabalıkları karşı devrim yanında saf tutmaya ikna etmekten ibarettir. Demek ki soğuk savaş ile karşıdevrim arasında bir bağ var. 

Savaşın ikincisinin ardından hızla örgütlenen karşıdevrim üzerine yazan ilk kişi, savaşın faturasını Amerika’ya göç ederek ödeyen bir Alman Yahudi’si olan Herbert Marcuse’dü. O, daha savaşın dumanı tüterken “artık kapitalist sistemin savunulması karşıdevrimin ülke içinde ve dışında örgütlenmesini zorunlu kılar” diye yazmıştı. “Kapitalizm bütün devrimler içinde en radikal olanın tehdidine karşı örgütlenmektedir”, dediği budur, savaştır. Savaşın ikincisinden sosyalizmin başarıyla çıkması, daha savaş bitmeden karşıdevrim için yeni ittifakların yolunu açmıştı. Nazi istihbaratçı General Reinhard Gehlen, karşıdevrimin en acımasız örgütü olacak olan CIA’nın temellerini atmaya başlamıştı. Amerikan imparatorluğunun bütün enerjisini yönelttiği tek bir hedef vardı artık; Komünist yayılmanın durdurulması ve yok edilmesi.

Adını Kral Arthur’un efsanevi sarayından alan ve psikologları bir araya getirerek psikolojik harbi formüle etmeye çalışan Camelot, psikolojik savaş taktiklerini geliştirmek amacıyla ordunun ve CIA’nin güvenilir bulduğu seçkin sosyal bilimcileri bir araya toplayan Truva, “American Way of Life”nı yaymayı amaçlayan Barış Gönüllüleri projeleri bu ihtiyaca bir cevaptı. Sosyal bilimlerin soğuk savaşın emrine verilişini, 1965 yılıdır, Amerikan Kongresi şu başlık altında rapor ediyordu: “Soğuk Savaş’ı kazanmak: ABD’nin İdeolojik Taarruzu.” Ama karşıdevrimin asıl başarısı bu savaşa katılmaya geniş bir aydın kesimin “ikna” etilmiş olmasındaydı. 

Karşı devrim teşhisini yapan Marcuse bile savaşa asker yazılanlar arasındaydı. Nazizm’den kaçıp ABD’ye yerleşen bir zamanların Komünisti ve Frankfurt Okulu üyesi Antropolog Karl August Wittfogel, Columbia’daki bir öğrenci çalışma grubunun üyelerini Komünist diye ihbar etmekten geri durmamıştı. Wittfogel’in ifadeleri yüzünden yüzlerce öğretim üyesi işini kaybetmiş, birçoğu ülkeyi terk etmek zorunda kalmış ve aralarından bazıları intihar etmişti. Savaş zaiyatıdır. 

Anti-Marksizm veya “eleştirel teori” ucubesi işte bu iklimin getirisidir. ABD’de 1946’dan 1970’e kadarki “Amerikan Antropologlarından Seçme Yazılar”da Karl Marks’a bir tek atıfta bulunulmamıştır. Savaş korkusundandır. 

Frankfurt Okulu’nun Columbia Üniversitesi’ne taşınmasından sonra bu korku belirleyici olmuştur. Zeitschrift’teki makalelerde artık “Marksizm” ya da “Komünizm” yerine “diyalektik materyalizm” ya da “materyalist toplum teorisi” sözcükleri kullanılmaya başlanmıştı. Enstitünün Amerika’da hazırlanan bibliyografyasında Grossmann’ın kitabının başlığı “Kapitalist Toplumda Birikim Yasası” (The Law of Accumulation in Capitalist Society) olarak değiştirilmiş; orijinalde yer alan “çöküş yasası” sözcüklerine yer verilmemişti. Marksizm’le birlikte sınıf da literatürden silinenler arasındadır. Sınıftan vazgeçme, karşı tarafa geçmenin ilk belirtisidir, özeti budur. 

***

Savaşın önemli çatışmalarının izinden gidiyoruz. “Sovyet Marksizmi”ne ya da daha inceltilmiş bir terim olarak “Stalinizm’e” yönelik eleştirilerin entelektüeller arasında birdenbire popüler olmasında karşıdevrimin eylem planının doğrudan etkili olduğu yönünde başka işretler de var. Bunlardan biri “psikolojik harp” için ABD devletince geliştirilen “Truva Projesi” ile ilgili. Proje kapsamında bir araya getirilen sosyal bilimciler çok gizli nihai raporu 1951 yılında Dışişleri Bakanlığı’na gönderiyor. Sosyal bilimciler Sovyetler Birliği’nden Batı’ya kaçanlarla ilgili şu önerilerde bulunuyor: “Açıkça ya da ima yoluyla, Komünizmin kötü olduğu veya Komünizmi küçümsediğimizi gösterecek bir konuma düşmekten kaçınmalıyız. Daha ziyade, Stalinizm’in, Marksizm’in Batı’da aslında barışçı bir evrim geçirmiş olan belli ideallerine ihanet ettiği görüşünü savunmalıyız. Sovyet toplumunun entelektüel temellerine açıktan ve topyekûn bir saldırı görüntüsü verilmemelidir.”  

Bilimlerin soğuk savaşın emrine verilmesinin yol açtığı çürüme belki de en trajik sonuçlarını “Marksizm Kıraathanesi” olarak adlandırılan Frankfurt Okulu üyelerinde açığa vurdu. Artık Marx’tan korkan Marksistler haline gelen kıraathane sakinleri giderek daha fazla psikanalize yakınlaşacaklardı. Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün Neo-Marksist Eleştirel teorisine psikanalizi katma girişimi cüret isteyen ve alışılmamış bir işti. Bu aynı zamanda Enstitünün artık kendisine dar gelmeye başlayan gelenekselleşmiş Marksist anlayışları aşıp geride bırakmak isteğini de gösteriyordu. Fromm “Özgürlükten Kaçış”ı tam da böyle bir zamanda yazdı. Kitabın özü, karşıdevrimin ihtiyaçlarıyla çakışıyordu. Çünkü o sırada Amerika “otoriteryanizme” karşı savaş açmıştı. Otoriter olan ise elbette ve kuşku götürmez bir biçimde Komünizmdi.

Marcuse, 1950’lili yıllarda yayınladığı bir çalışmasına amaca daha doğrudan hizmet edecek bir başlık koymuştu: “Sovyet Marksizmi.” Amerikan Kapitalizmi “eleştirel teori” için kapıları sonuna kadar açmıştı, çünkü “eleştiri”de artık Marksizm ve Komünizm yoktu.

Enstitü’nün savaş sonunda yeniden Frankfurt’a dönmesi doğrultusunu etkilemedi. Çünkü savaş sonrasının Batı Almanya’sı politik ve kültürel bakımdan artık Avrupa’nın en gerici büyük kapitalist ülkesiydi. Faşizm ve Anglo-Amerikan baskısı ülkenin Marksist geleneğini yıkmıştı, işçi sınıfıysa o gün için eylemsiz ve edilgendi. 

1930’lu yıllarda Horkheimer tarafından savunulan “eleştirel teori”nin sosyalist pratikle olan bağları bütünüyle kopmuştu. Horkheimer, giderayak kapitalizmi açıkça savunacak kadar bayağılaştı. Frankfurt Okulu artık savaşın bir uzantısıydı. 

***

Unutulmasın, neredeyse yüzyıla varan bir zaman aralığından söz ediyoruz. Bu yüzyılda yaşayanların dramı ölenlerden derindir. Jürgen Habermas yazıya bu vesileyle konuk oluyor.  

Habermas, 1960’lı yılları takip eden iki on yılda “eleştirel teorisini” emekten vazgeçip, iletişim üzerinden yeniden şekillendirdi. Sınıftan vazgeçme, karşı tarafa geçmenin ilk belirtisidir, gerekçesi budur. Hayatı boyunca, dil, söylem ve müzakerenin doğasında bulunan akıl ve özgürleştirme potansiyeli ile meşgul oldu. Şakulü kaymıştı. 1990’ların sonlarında NATO’nun Yugoslavya’yı bombalamasını destekledi. Ukrayna’nın yanında saf tuttu. Tek çekincesi bu kışkırtmanın bir nükleer savaşa dönüşmesi tehlikesi nedeniyleydi. Eleştirel teori onu Batı’nın çürümüş düzeninin yılmaz bir savunucusuna dönüştürmüştü. 

İsrail'in Gazze işgalinin en civcivli yerinde Frankfurt Goethe Üniversitesi'nden dört akademisyeni yanına alarak, İsrail'in saldırılarını destekleyen bir açıklama yaptı. "Hamas'ın Yahudilerin hayatlarına tamamen son verme niyetiyle başlattığı katliam, İsrail'in karşı saldırı yapmak zorunda kalmasına yol açtı" denilen açıklamada, İsrail'in verdiği karşılığın “prensip olarak meşru” olduğu iddia ediliyordu. İsrail'in eylemlerinin soykırım niyeti taşıdığına dair değerlendirmeler tamamen yanlıştı. 

Şaşırtıcı değil, Habermas'ın aralarında olduğu bazı Batılı entelektüeller, 2012 yılında da, Suriye'deki iç savaşın birinci yıldönümünde açıkça Batılı saldırganlardan yana saf tutmuştu. 

Marksizm dememek için “eleştirel kuram” diye bir şey uydurmuşlardı. Ömürleri Marksizm'in inkârı ile geçti. Okulun son temsilcisi Habermas Marksist değildi, filozof olduğu da artık kuşkuludur. Filozof tabir ediyoruz ama savaşta karşı tarafın silahlı külahlı bir neferidir. 

***

Esat’a silah çekip teslim olma çağrısı yapan Orhan Pamuk’u, Siyonizm’e destek konusunda Habermas’tan daha cüretkâr davranan Alman Gazeteci Deniz Yücel’i, “Kadir Mısıroğlu bilgili, zeki ve ahlaklı biriydi. Kemalistler bunu anlayamaz. Onlarda ahlak anlayışı yok” diyen ve Mustafa Kemal’in evlatlıklarıyla yattığını ima eden kaçak inşaat kaçkını Sevan Bedros Nişanyan’ı yazacaktım aslında ama elim varmadı. Habermas’a tahammülüm yok, bunları yazarsam utanırım, biliyorum. Aklını yitirmiş bir düzenin utanmaz militanlarıdır bunlar. Aklayamayacakları suç, temizleyemeyecekleri pislik yoktur. 

Uzun savaşın sonuna yaklaşıyoruz, çatışmanın ışığına yakalanan sineklerin hikayesidir anlattıklarımız. Neredeyse yüzyıla varan bir savaştan söz ediyoruz. Savaşın sonuna yaklaşırken taraflar birbirine kurşun yerine ideoloji fırlatıyor ve kayıplarımız artıyor. Tüyler ürpertici dramların tanığıyız ve uzun savaşın sonunda yaşayanların dramı ölenlerden ağırdır.

Sayım yapıyoruz, kayıplarımızı ve hainlerimizi tasnif ediyoruz, tarihe not düşüyoruz. Savaş bittiğinde herkes gideceği yere hak ettiği biçimde uğurlanacaktır.