Kimsesizliğimiz azlığımızdan değil ama, örgütsüzlüğümüzden. İşçinin kimsesi yanındaki öteki işçidir çünkü. İşçiler birbirine yaslanarak, birbirine tutunarak güçlenir.

Alibaba ve haramilerine karşı

İstanbul’un Esenyurt ilçesinde 600 işçinin çalıştığı Trendyol deposunda küçülme ya da performans gerekçe gösterilerek en az 54 sendika üyesi işçi, geçen ağustos ayı sonunda işten çıkarıldı. Bu işçilerden 14’ü Esenyurt’taki depo önünde yaptıkları eylemi Trendyol’un Maslak’taki genel merkez binasına önüne taşıdı. Yapacakları ne var, gidip şirket binasının önüne oturdular. Belki de dünyanın en “barışçı” eylemiydi bu.

Ama Trendyol patronlarının işçilerin oturmasına bile tahammülü yoktu. Polis çağırdılar, oturan işçileri işaret ettiler. Polis etraftaki üç beş gazeteciyi uzaklaştırdıktan sonra, oturan işçileri ablukaya aldı. Kalkanların perdelediği alanda oturan işçileri teker teker yaka paça kaldırdılar, vura vura gözaltı otobüsüne tıktılar. Dayak gözaltı otobüsünde devam etti. Dövülen işçiler ters kelepçe ile zapturapt altına alınmıştı üstelik. Yani her birini bir tür kum torbası olarak kullandı polis. İşçiler kum torbası değildi, kan revan içinde kaldı haliyle. İşçilerle birlikte gözaltına alınan bir sendikacı üstünü başını işaret etti, “bunlar boya değil, kan” dedi, “kamuoyundaki sessizlikten güç alıyorlar" diye ekledi. 

Durum tam olarak böyleydi. Zaten suç mahallinde birkaç gazeteci vardı. Onları da uzaklaştırdıktan sonra polis ablukasının ortasında bir avuç işçi kaldı. Polis, ablukadaki işçileri hınçla döverken sadece işçilerin “işçiler kimsesiz” çığlığı duyuluyordu… 

Eli kolu bağlı işçilere atılan dayak mı, yoksa bu çığlıkları mı daha acıtıcı bilemedim. İşçiler kimsesizdir; tüyler ürpertici bir sınıf çığlığıdır bu. İşçiler kimsesizdir. İşçiler kimsesizse hepimiz kimsesiz. Büyük zenginler, onların kurduğu kahrolası sermaye düzeni dişimizle tırnağımızla yarattığımız bütün örgütlülükleri dağıttı çünkü. Üçer beşer yakalayıp dövüyorlar bir daha ayağa kalkmayalım diye şimdi. İşçiler kimsesiz, hepimiz kimsesiz. 

***

Polisin oturan bir avuç emekçiye bu kadar ölçüsüz bir şiddetle saldırmasının arkasında “Trendyol” adında yeni nesil bir şirket var. Trendyol'un 2021 yılındaki piyasa değerinin 15 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor ki krizdeki bir ülke için akıl almaz bir miktardır. Şirket dediğimiz merkezi İstanbul’da bulunan bir e-ticaret pazar yeri. Büyüyünce içine yabancı sermaye kaçtı. Çinli şirket Alibaba, şirketin yüzde 86,5 ile en büyük hissedarı. Şirketin kalan yüzde 6,96'sının Demet Mutlu'ya, yüzde 5,55'inin Evren Üçok'a, yüzde 0,78'inin Begüm Tekin'e, yüzde 0,21'inin Zeki Güçlü Kaya'ya ait olduğu biliniyor. Tam bir Alibaba ve üç beş harami öyküsü bu anlayacağınız. 

İşçilere üç kuruş vermemek için ayak sürüyen Trendyol, 700 milyon TL ödeyerek Süper Lig ve TFF 1. Lig sponsorluğunu üstlendi. Ardından Türkiye’nin önde gelen sanat etkinliklerinden olan Contemporary İstanbul’un partneri oldu. Partnerliğin ederi ne bilemiyoruz. İşçilere vermeye kıyamadığını, reklam aşkına oraya buraya bol keseden dağıtıyor özetle. 

Trendyol, Türkiye'de e-ticareti tekeline geçirmiş, arkasına ünlüleri ve medyayı almış, bu devasa gücü nedeniyle sendikaların ve muhalefet partilerinin eleştirmeye cesaret edemediği şişirilmiş bir canavar. Muhalif bir gazeteyi ve ana muhalefet partisini rüşvetle hizaya sokacak kadar güçlü. İşçiler bu canavara karşı tek başlarına. Sahipleri ta Çin’den akraba buldu kendilerine, 15 işçi 20 milyonluk şehirde kendilerine destek olacak 1000 kişi bulamadı. 

***

Kimsesizlik bizim sınıfımızın dramıdır biliyoruz, ama insanlığın da dramıdır artık. Zira insanlık uzun bir süredir sınıfımızdan ibarettir. Burjuvazinin insanlık ailesi ile bir bağı kalmamıştır, demek istiyorum. Bu teşhisin erken ortaya çıkmış örnekleri var: Geçen hafta köpeklerin önüne atılmaya teşebbüs edilen Yılmaz Güney’in “Zavallılar”ı bunlardan biri. Zavallılar kimsesizlerdir. Brueghel’in “Körler”i de zavallılardır. Her ikisinde de zavallı insanlar vardır, her ikisindeki insanlar da kimsesizdir. Haliyle hikayeleri tüyler ürperticidir. 

“Zavallılar” bir şekilde yolları kesişen, hayatın sillesini yemiş, rüzgâra kapılmış halde oradan oraya sürüklenen üç yoksul adamı ve onlara bu zavallı hallerine aldırmadan çelme takmaya çalışan zalim bir dünyayı anlatır. Abuzer, küçük yaşta babasını kaybetmiş, üvey baba zulmüne maruz kalmış, annesi bu zulme son vermek için elini kana bulayınca sokaklarda büyümüştür. Arap, aylarca bedava çalıştırılmış, hakkı olanı kendi usulünce tahsil etmiş bir suçludur. Hacı, bağlandığı hayat kadınını öldürüp hapse düşen başka bir zavallıdır. Çile çeken bu karakterlerin her birinin karşısına pembe popolu bir küçük burjuva çıkacak, hayatlarına dokunmadan çekip gideceklerdir. Küçük burjuvalar, zavallıların hayatında bir seher yeli bile değildir. Açlığı, yoksulluğu, çaresizliği, zavallılığı, kimsesizliği bilmeyenlere, moda deyimle “deneyimlemeyenlere” öneririm. Ürpermek için birebirdir. 1974’ten bu yana ülkede zenginlik arttı ama çaresizlik de arttı. Arada her zaman tuzu kuru cahil pembe popolular var, Yılmaz Güney’i bu nedenle tartışıyoruz. 

Brueghel’in Körler’i ise ta 1568’de girmiş hayatımıza. Gördüğümüz şu; Birbirlerinin sopalarına ve omuzlarına tutunan kör keşişler yürüyor. Körlerden ilki bir çukura düşmüş ve düştüğünün farkında. Ardındaki ikinci kör, önde giden kör düştüğü için dengesini yitirmiş, çukurdaki körün üzerine kapaklanmak üzere. Üçüncü kör, bir şeylerin ters gittiğinin farkında ama ters gidenin ne olduğunu henüz algılayamamış. Gerideki üç kör ise birkaç adım sonra başlarına geleceklerden habersiz, çaresiz öndekileri izlemekte... Fonda görünen köyde bu altı körün dışında kimse yok. Ortalıkta bir kilise. Belli ki körler düşerken köy halkı pazar ayininde. Belki de hepsi, körlerin çukura yuvarlanmakta olduğu tam o anda İsa’nın Farisiler hakkında söylediklerini dinlemekte. Kiliseden çıktıklarında onlar da birbirlerine tutunarak çukura doğru ilerleyecekler... Zavallılığın arkasında hep büyük bir çaresizlik var. 

Brueghel, Avrupa’da süren acımasız din savaşlarının ortasında yapmış bütün resimlerini. Orta Çağın cilalayıp kutsadığı insanı azizlik mertebesinden indirmiş ve birer köylü suretinde yeniden yaratmış. Onun için “Köylü”ye çıkmış adı. Köylü mü, bilinmez ama tarihin dehlizlerinden süzülüp gelen bir devrimci olduğunda kuşku yok. "Para Çantalarıyla Kasaların Savaşı" adlı resminin altına şunları yazmış; "Sakın bırakmayın altın dolu küplerinizi sandıklarınızı, kumbaralarınızı... Altınlarınız ve servetiniz için sıklaştırın safları…" İşte din savaşlarının aslında birer “para” savaşı olduğunun en eski kanıtlarından biri daha. Din, soyulmuş zavallılar içindir!

Böyledir; dinin en yaygın olduğu zamanlar, ahlaki düşkünlüğün doruğa çıktığı zamanlardır. Ölçüsüz dindarlık ve ahlaki düşkünlük körleştirir. Her şey koca bir çukura dönüşür. İnsanlığın çukurudur bu. Körler’in ressamı Brueghel, işte o insanlık çukurunu resmetmekteydi. Çukur kapitalizmdir, çukura düşürdükleri ise tartışmasız zavallılardır. 

***

Sakın bırakmayın altın dolu küplerinizi sandıklarınızı, kumbaralarınızı... Altınlarınız ve servetiniz için sıklaştırın safları… 500 yıllık bir hikâye bu. Altınları ve servetleri için safları sıklaştıranlar kazandı, çünkü yoksullar onlara karşı saflarını gevşek bıraktı. Safı sıkı olmayan yoksullar zavallılaşır, rüzgâra kapılmış bir yaprak gibi oradan oraya sürüklenir, itilir kakılır. Kimsesizlik, hele saldırı altındaysan, ürkütücüdür.

İşçiler kimsesiz… Tüyler ürpertici bir sınıf çığlığıdır bu. İşçiler kimsesiz. İşçiler kimsesizse hepimiz kimsesiz. Büyük zenginler, onların kurduğu kahrolası sermaye düzeni dişimizle tırnağımızla yarattığımız bütün örgütlülükleri dağıttı çünkü. Üçer beşer yakalayıp dövüyorlar bir daha ayağa kalkmayalım diye şimdi. İşçiler kimsesiz, işçiler kimsesiz, hepimiz kimsesiz. 

Kimsesizliğimiz azlığımızdan değil ama, örgütsüzlüğümüzden. İşçinin kimsesi yanındaki öteki işçidir çünkü. İşçiler birbirine yaslanarak, birbirine tutunarak güçlenir. Birbirine tutunamamışsa işçi, kimsesizdir. İtilip kakılırken bakarsınız, çaresizlik bulaşıcıdır, durumuna en çok oturup ağlarsınız.

“…bir şafak vakti karanlığın kenarından
                onlar ağır ellerini toprağa basıp
                                          doğruldukları zaman…”

İşte o zaman, zavallılar, yeni bir dünya kuran şanlı devrimcilere dönüşür. 

Onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman… Doğrulacağız öyleyse. Tarihe yön veren bir güç olduğumuzu yeniden hatırlayacağız. Bir daha hiçbir işçi kimsesiz kalmayacak.