Suriye'deki savaşın 10. yılı: Barış mümkün mü?

Türkiye Komünist Partisi'nin 2019 yılında yayınladığı 'Temel Belgeler' arasında olan Suriye Savaşı'nın ayrıntılı incelemesinin yer aldığı rapor güncelliğini korumaya devam ediyor. 

Haber Merkezi

2010 sonlarında, Tunus’ta genç bir işçinin yolsuzluk ve kötü muameleye karşı kendini yakarak bir protesto eylemi gerçekleştirmesiyle başlayan ve sonrasında emperyalist merkezlerce adına 'Arap Baharı' denilen sürece evirilecek olan bir dizi ülkede yaşanacak gelişmeler, bölgenin kadim ülkelerinden Suriye için tam bir felakete neden oldu.

Suriye'deki savaşın 10. yılı geride kaldı.

Emperyalizmin bu ülkeye dönük müdahalesi, AKP iktidarının bu müdahalede 'Kraldan fazla kralcı' bir rol oynayarak yangını körüklemesi geride büyük bir enkaz ve insani trajedi bıraktı. Bu büyük trajedinin AKP iktidarındaki sorumlularının eninde sonunda hesabını verecekleri bir bakiye ortada duruyor. 

Suriye halkı verdiği büyük mücadeleyle -Ve Rusya'nın tam zamanında gelen müdahalesiyle- planları boşa çıkarsa da, ülkenin toparlanma süreci, yeni oluşan dengelerde kendine yer arayışı devam ediyor.

Türkiye Komünist Partisi'nin 2019 yılında yayınladığı 'Temel Belgeler' arasında yer alan Suriye Savaşı'nın ayrıntılı incelemesi, bu sürece ışık tutması bakımından güncelliğini korumaya devam ediyor. 

TKP Uluslararası İlişkiler Bürosu tarafından hazırlanan 'Suriye'de Savaş' raporu şu şekilde:

***

SURİYE'DE SAVAŞ

Arap Baharı

2010 sonlarında, Tunus’ta genç bir işçi yolsuzluk ve kötü muameleye karşı kendini yakarak bir protesto eylemi gerçekleştirdi. Kendini ateşe vermesi tüm ülkede bir protesto dalgasının ilk kıvılcımı oldu. Dalga çok kısa sürede Cezayir, Ürdün, Mısır ve Yemen’e sıçradı ve sonrasında diğer Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yayıldı. 2008 krizi, yoksulluğun derinleştiği ve emekçi sınıflar üzerindeki sömürünün tahammül edilemez boyutlara eriştiği bu ülkelerde yıkıcı bir etki doğurmuştu. Böylece kitlelerde öfke birikmiş, kargaşanın zemini hazırlanmış, pek çok ülkede geniş çaplı gösteriler gerçekleşmişti.

Ne var ki ilerici güçler buna hazırlıksız yakalandı. Gerici ve emperyalizm yanlısı güçler gidişata müdahil oldu ve olaylar emekçi sınıfların aleyhine seyretmeye başladı. Bir kısım ülkede rejim değişiklikleri gerçekleşti. Bazı yerlerde siyasal İslamcılar güç kazanırken, bazılarında iktidara geldiler. Öne çıkan güçlerden biri Müslüman Kardeşler (MK) oldu. Tunus ve Mısır’daki MK uzantıları kendi hükümetlerini kurdu. Yine de bu hükümetler uzun süre iktidarda tutunamadılar.

Bu senaryoların en kötüsüne sahne olan Libya ise parçalandı. Kaddafi iktidardan düşürüldükten sonra gerici bir hükümet kuruldu. Buna karşın karmaşa sona ermedi, hatta günümüze kadar sürmeye devam etti. İki farklı “Libya Hükümeti” arasındaki iç savaş hâlihazırda sürmektedir.

Bu dalgalar Suriye’yi de vurdu. Çok kısa süre içerisinde Suriye halkı emperyalizm yanlısı, gerici bir saldırıyla karşı karşıya kaldı.

Zaman içerisinde Arap Baharı denen sürecin emperyalizmin bir enstrümanı olduğu ortaya çıktı. Bu süreç, Ortadoğu ve Kuzey Afrika halkları için büyük çaplı bir yıkıma sebep oldu.

Müslüman Kardeşler ve Türkiye

MK Sünni İslamcı gerici bir odak olarak 1928 yılında Mısır’da kuruldu. 20. yüzyılın ikinci yarısında pek çok ülkedeki üyeleriyle ulusötesi bir örgüte dönüştü.

Türkiye’deki ilk siyasal İslamcı parti 1970’te kuruldu. Bu tarih itibarıyla, İslamcı hareket artan bir biçimde gelişti ve 2002’den beri Türkiye’de iktidar partisi olan AKP’ye evrildi.

MK, kuruluşundan itibaren Türkiye’deki İslami hareketle yakın ilişki içerisinde oldu. İşbirliği 1970’lerde başladı. Türkiye’nin hâlihazırdaki cumhurbaşkanı Erdoğan da MK ile Dünya Müslüman Gençlik Teşkilatı vasıtasıyla aynı dönemde bağ kurdu. Bu bağlar, özellikle de hareketin öne çıkan isimleriyle, yıllar boyunca kesilmeksizin korundu. Bunlar arasında Malezya eski başbakanı Enver İbrahim, BM’nin “terörizmi finanse eden kişiler” listesinde bulunan Suudi bir iş adamı olan Yasin el-Kadı gibi isimler de bulunuyordu. Daha yakın zamanda Erdoğan, Mısır’ın eski devlet başkanı Muhammed Mursi’nin, 2013’te onu iktidardan indiren darbeden sonra savunuculuğunu da üstlenmişti. Erdoğan’ın dışında, AKP’nin önde gelen isimlerinin de MK ile sıkı bağları vardı ve bunlar örgüte ait STK’ların hamiliğini üstleniyorlardı.

MK ile AKP hükümeti arasındaki ilişkiler iktidarın sözde Yeni Osmanlıcı politikalar uygulamaya başladığı dönemde ilerledi. MK’nın Suriye’deki uzantısı, Suriye’deki karmaşanın başladığı 2011’den bu yana oldukça etkindi. Özellikle ilk yıllarda AKP hükümeti, Suriye’deki meşru hükümete alternatif bir hükümet gibi hareket eden pek çok kişiye, toplantıya ve Suriye Ulusal Konseyi adı verilen örgüte ev sahipliği yaptı ki burada da MK ön plandaydı. Buna ek olarak, MK ABD emperyalizmi tarafından da güçlü bir şekilde desteklenmekteydi.

Emperyalist Saldırganlık Başlıyor

2011 baharında Suriye halkı sokağa çıktıktan sonra, emperyalizm tarafından desteklenen cihatçı muhalefetin silahlanarak kanlı saldırılarını gerçekleştirmesi çok zaman almadı. Ancak emperyalizmin medya organları Suriye meselesini bugün dahi her ele alışlarında, barışçıl toplumsal eylemlerin henüz emperyalizm yanlısı siyasi gündeme kavuşarak bir iç savaşa dönüşmediği, erken bir döneme denk düşen ilk haftalardaki eylemleri göstermeye gayret etmektedir. Suriye’ye karşı, gerici güçler lehine ülkenin lideri Beşar Esad’ı mahkûm eden, böylece Suriye’ye yönelik emperyalist müdahaleyi meşrulaştıran çok örgütlü bir medya kampanyası başlatıldı. Basın kampanyası, perde arkasındaki emperyalist niyetleri görmezden gelen liberal ve hatta bir kısım sol çevrelerin desteğini hızlıca kazandı.

Suriye’deki emperyalist çıkarlar için savaşan özneler İslami gruplardı. Batılıların bunları özgürlük savaşçıları gibi gösterme gayretine karşın cihatçıların köktendinci özü kontrol altında tutulamadı; işgal ettikleri bölgelerde gayrimüslimlere ve diğer azınlıklara karşı onlarca katliam ve tüm dünyada insanlık dışı terörist saldırılar gerçekleştirildi. Çok esnek, teorik, politik ve örgütsel farklılıklara sahip çeşitli cihatçı örgütler birbirleriyle ilişki içindeydi. Hepsinin ortak noktası meşru Suriye hükümetine karşı silahlı bir muhalefet yürütmeleri ve emperyalizm tarafından cömertçe desteklenmeleriydi. IŞİD bunlardan yalnızca biriydi ve 2014 Mayısı’nda Suriye ve Irak topraklarının önemli bir kısmını kapsayan sözde bir devlet kurmayı başardı.

Başlangıcı itibarıyla, AKP hükümeti Suriye’ye ilişkin savaş çığırtkanlığı planlarında aktif bir rol üstlendi. Türkiye yalnızca Avrupa’dan silah ve cihatçı akışı için bir geçit değil, aynı zamanda köktendinci grupların silah altına alındığı, eğitildiği ve teçhizatlandırıldığı bir merkezdi. Hükümetin söz konusu himayesinin, Türkiye içerisinde de birçok saldırıya sebep olacak şekilde aldığı boyut öylesine ciddiydi ki dönemin yetkililerinin işledikleri savaş suçları için er ya da geç yargılanması zorunludur. Birkaç yıl önce TKP’li hukukçular tarafından belgelenmiş olan bu suçlar tarım ürünü, petrol, tarihi eser ve hatta insan kaçakçılığını; ayrıca komşu ülkeye ait altyapının (fabrikalar gibi) yasadışı transferini de içermektedir.

AKP hükümeti Suriye’deki iç savaşı alenen teşvik etmiş ve bir muhalefet inşa etmek için emperyalist projelere açık desteğini vermiştir. Ankara’nın aktif desteği olmaksızın gerici gruplar bu kadar kolay bir şekilde teçhizatlanıp örgütlenemez, emperyalist bir müdahaleyi meşrulaştırmak üzere kimyasal silah kullanımına ya da işledikleri vahşi katliamlara dair provokasyonlar gerçekleştirme kabiliyetine erişemezlerdi. Ankara’nın sorumluluğu altında gerçekleştirilen –Suriye’deki fabrikaların sökülüp kaçırılması, cihatçıların bakanlıklar tarafından ağırlanması gibi– açık savaş suçları bugün AKP’nin Suriye’deki politikalarından geri adım atmasına engel olmaktadır.

“Büyük Türkiye” ve Türkiye Burjuvazisi 

Türkiye, coğrafi konumu ve potansiyeli sebebiyle emperyalist-kapitalist sistem içerisinde her zaman özel bir role sahip oldu. Yalnızca Avrupa ve Asya arasında basit bir köprü görevi görmedi, ayrıca emperyalist merkezlerce tasarlanan belli başlı politik hedefleri de gözetti. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) mevcut dünya sistemi içerisinde Türkiye’nin gelişen rolünü açıklamak için en iyi örnektir. Bugün emperyalizm Ortadoğu’ya yönelik olarak bu kadar kapsamlı bir projeyi uygulama kabiliyetine sahip değil ve sonuçta bu proje çoktan unutuldu. Buna karşın BOP, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi etki alanını genişletme arzusunun arkasındaki emperyalist teşvik hakkında güçlü ipuçları veriyordu.

AKP hükümetinin daha büyük ve güçlü bir “Yeni Türkiye” yaratma söylemi Türkiye sermaye sınıfının yayılmacı arzularının ifadesidir. AKP dinciliğe ve milliyetçilik temelli söylemlere dayanan halk düşmanı politikalar aracılığıyla Türkiye’yi sermayedarlar için cennete, işçi sınıfı içinse cehenneme çevirdi. Aynı zamanda Türkiye’nin sermaye akışları daha önce görülmemiş düzeyde Balkanlar’a, Afrika’ya, Kafkaslar’a ve Ortadoğu’ya yöneldi. Söz konusu büyüyen ilgi, bu bölgelere yönelik artan sermaye yatırımlarını kolaylaştıran devlet kuruluşları, diplomatik anlaşmalar ve hatta istihbarat faaliyetleriyle güçlendirildi. Türkiye komşu ülkelerden ve hatta daha uzak coğrafi bölgelerden –örneğin Orta Asya cumhuriyetlerinden– işçilerin iş bulmak için geldiği bir ülkeye dönüştü. Türkiye’nin inşaat sektörü ABD’nin Irak işgalinden sonra büyümeye devam etti. Suriye’deki askerî harekâtlardan sonra söz konusu topraklarda Türkiye tarafından fakültelerin ve fabrikaların kurulması çok sürmedi.

Sonuçta, Türkiye burjuvazisinin AKP’nin bölgedeki saldırgan politikalarına sıkı sıkıya bağlı olması için güçlü sebepler söz konusudur. Tüm sermayedarlar AKP’nin köktendinci ideolojisini samimiyetle sahiplenmiyor olabilir, ancak bunların tümü çıkarlarının bu hükümetin politikalarıyla tam anlamıyla örtüştüğünün ve güçlendiğinin pekâlâ farkındadır.

Yeni Osmanlıcılık ve AKP’nin Dış Politikası

Yeni Osmanlıcılık, AKP’nin dış politikasının olduğu kadar içerideki siyasi ve ekonomik hamlelerinin bir enstrümanı olarak da hayati niteliktedir.

Bu, pek çok işlevi olan gerici bir ideolojidir. Bir yandan AKP’nin Türkiye burjuva devriminin kazanımlarının, en başta da cumhuriyetçiliğin, laikliğin ve modern medeni hukukun altını oymasına yaramış; AKP’nin söz konusu kazanımları toplumun gözünde değersizleştirmesini sağlamıştır. Osmanlı monarşisi yüceltilirken cumhuriyet toplumu eşit yurttaşlar yerine özgür iradeden yoksun itaatkâr bir tebaa olarak kurgulanmıştır. Bu ideoloji, özelleştirmeler gerçekleştirilip kamucu anlayış yok edilirken halkın ciddi bir direniş göstermemesine, burjuvazinin sömürü oranını çarpıcı biçimde arttırabilmesine neden olmuştur.

Diğer yandan Yeni Osmanlıcılık, ümmetçiliğe, ulusal sınırların sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda ortadan kaldırılmasına, Türkiye burjuvazisinin etki alanında genişlemeye, militarizme ve cihatçılardan paralı paramiliterler devşirilmesine yol açtı. Körfez devletleri, Katar ve Sudan’daki diktatörlük Türkiye ile artan diplomasi ve yakınlaşmayla birlikte Erdoğan’ın kendisini lideri ilan ettiği geniş İslami ittifakın parçası haline geldiler. Dışişleri bakanı ve sonradan başbakan olan, bugünlerdeyse Erdoğan muhalifine dönüşen Ahmet Davutoğlu bu “hamilik” retoriğinin mimarlarından biriydi.

Yeni Osmanlıcılık aynı zamanda tarihin de yeniden yazılması anlamına geliyordu. İktidar, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılında Osmanlı İmparatorluğu’ndan bir kopuş olduğunu inkâr ederek onun devrimci ve laik karakterini yok saydı. Yeni Osmanlıcı retorik esasen gerçeklerle hiçbir şekilde örtüşmeyen sözde güçlü Osmanlı’nın imparatorluğuna ve değerlerine halef olma iddiasındaydı. Tabelaların, caddelerin isimlerini değiştirme, kültürel sembolleri dönüştürme, medya organları kurma, Osmanlı sarayını, haremini vb. öven televizyon dizilerini yayımlama ve bunları başka ülkelere ihraç etme… Bunların tümü “icat edilmiş” tarihi desteklemek için kullanıldı. Milliyetçilik, yabancı düşmanlığı ve muhafazakârlık bu politikanın yerel yapıtaşları oldu.

AKP hükümetinin 2008 sonrasında AKP liderleri tarafından “yeniden diriliş” olarak anılan yükselişi boyunca Yeni Osmanlıcılık AKP’nin egemen sınıfın temsilcisi olarak iktidarını güvence altına almasını sağladı. AKP’nin “savaş yanlısı” tutumu da bir süre için emperyalizmin özellikle de Ortadoğu bölgesindeki planlarıyla uyumluydu. Ne var ki içerisinde çok sayıda çelişkili unsur da bulunduruyordu. Örneğin Batı karşıtı söylem özellikle yurt içinde Yeni Osmanlıcılığın bir parçasıydı. Buna karşın Erdoğan, dış politikada Rusya ile ekonomik ve diplomatik ilişkileri hareketlendirirken kendisini ABD’nin bölgedeki “stratejik ortağı” olarak gösteriyordu. Yeni Osmanlıcılık son derece faydacı ve ilkesiz bir dış politikaydı.

Yeni Osmanlıcılığın gerilemesi 2012-13 civarında başladı ve emperyalist sistem içerisinde “büyük oynamaya” çalışan, hırslı bir lider olan Erdoğan ile başta ABD ve AB olmak üzere emperyalist hiyerarşinin egemen güçleri arasındaki çekişmelerle bu gerileme hız kazandı. Erdoğan’ın Suriye’deki başarısızlığı Batılı güçler ve müttefikleriyle ittifaklarını zora soktu. Çeşitli ülkelerle ilişkilerde inişli çıkışlı bir seyirle devam eden bu gerileme dönemi ekonomik durgunlukla, Türk lirasının değerinin düşmesiyle ve iktidar partisinin içerisindeki görüş ayrılıklarıyla eş zamanlı yaşandı.

Kürt hareketi ve Suriye’deki Savaş

Cumhuriyetin kuruluş döneminde burjuva Kemalist hareket geniş kırsal kesimlerde çok sayıda köylüyü çalıştıran Kürt toprak sahiplerinin en güçlüleriyle ittifak kurdu. Cumhuriyet tarihinin seyri boyunca Türk milliyetçiliği Türkiye burjuvazisinin en baskın ideolojik araçlarından biri ve sonrasında Türkiye’nin güneydoğusu ve doğusundan ülkenin her yanına, özellikle de kent merkezlerine göç eden Kürt halkı üzerinde baskı unsuru oldu. 1960’lar ve 1970’lerde Kürt sorunu ilk defa dönemin Marksistleri tarafından açıkça tartışma konusu edildi. Bunlar, Kürtlerin haklarını dile getirmekte ve ucuz işgücü olarak kullanılmalarına karşı gelmekteydi.

1970’lerin sonlarında Kürt solu Türkiye’deki geniş sosyalist hareket içerisinde özerk ya da yarı özerk bir şekilde hareket ederek kendi örgütlerini kurmaya başladı. Kürdistan İşçi Partisi (PKK) Sovyet sosyalizminin sol içerisinde hâlâ güçlü olduğu bir dönemde kuruldu. Bu örgüt Kürtlerin çoğunluğuna ev sahipliği yapan Türkiye, Irak, İran ve Suriye’de yer alan ayaklarından oluşuyordu. PKK 1980’lerde Türkiye’de devlete karşı silahlı bir mücadele başlattı. PKK’nin bölgede siyasi egemenlik tesis etmesini sağlayan bu mücadelenin hedefinde sosyalist örgütler de bulunuyordu. 1990’lar boyunca sosyalistler tarafından işçi sınıfı mücadelesinin ilkeleri çerçevesinde ittifaklar için bazı girişimler olmuşsa da, Kürt hareketinin söylemi ve talepleri liberal demokratik eğilimlerle birlikte milliyetçi, sınıf uzlaşmacı bir biçim kazandığı ölçüde bunlar da kısa ömürlü oldu.

Kürt milliyetçiliğinin yürürlüğe konması, Türkiye burjuvazisinin işçi sınıfının çıkarları aleyhine ideolojik bir aracı olarak Türk milliyetçiliğini de tahkim etti.

Suriye’deki emperyalist müdahale Arap Baharı’nın bir devamı olarak başladığında, Suriye’de Batı emperyalizmi çizgisinde bir “kukla hükümet” yaratmak isteyen Türkiye duruma müdahil oldu ve bin kilometrelik sınırını paylaştığı bir komşu ülkeyle çatışmaya girmekte hiç tereddüt etmedi. Türkiye hükümeti ABD ile birlikte gerici grupları, Esad rejiminin “muhaliflerini” eğitip, yönlendirip, silahlandırdıkça bu sınırlar defalarca kez ihlal edildi. PYD/YPG, öncelikli olarak Suriye’nin kuzey bölgesindeki Kürtleri korumak ve Suriye hükümetiyle işbirliği yapmak üzere PKK tarafından kuruldu. Bu bölgenin petrol, doğalgaz ve tarımsal kaynakları ile stratejik bir öneme sahip olduğu belirtilmelidir. 2013’te savaşın gidişatı Suriye aleyhine gelişmeye başladığında PYD taraf değiştirerek ABD ve Türk hükümetiyle müzakereye başladı. Bu dönem aynı zamanda içeride Kürt hareketinin legal temsilcisi olan BDP’nin sözde “barış süreci” çerçevesinde AKP ile masaya oturduğu dönemdir. AKP bakımından Türkiye içinde ve dışında böylesi bir işbirliği Yeni Osmanlıcılığın yayılmacı hedefleriyle tamamen örtüşüyordu. Bundan sonra, 2014 itibarıyla “Büyük Ortadoğu” söyleminin yerini “IŞİD’e karşı mücadele” aldı. Bu, ABD’nin PYD ile işbirliği içinde olduğu yerde ABD tarafından yaratılmış bir canavardı.

Suriye halkının ezilemeyen direnişi ve Rusya’nın müdahalesinin savaştaki dengeleri değiştirmeye başlamasıyla Türk hükümeti, ABD ve Kürt hareketi arasındaki üçlü ittifak 2015’te çatırdamaya başladı. Türk hükümeti ve silahlı kuvvetleri bu ortaklığı kendi çıkarları bakımından tehlikeli görmeye başlarken, ABD PYD kuvvetlerini eğitmeye ve silahlandırmaya devam etti. O zamandan bu yana sınır bölgesi çevresinde “güvenlik”, Türkiye’nin esasen hiçbir hakkının olmadığı egemen bir devletin sınırları içerisindeki bu kazançlı oyunda bir özne olarak kalabilmek amacıyla, askerî harekâtlar düzenlemek için kullandığı bir mazeret oldu.

Dahası da var: Hem Türk ve Kürt burjuva siyasi güçlerinin pragmatizmi hem de emperyalizmle ilişkileri bakımından karakterleri, “devletsiz” bir kuzey Suriye’nin zengin kaynaklarıyla, yeniden masaya oturma potansiyelini dışlamamaktadır.

Bu, Irak’ta yaşananlara da bir derece benzemektedir. Türkiye burjuvazisi bölgedeki otorite boşluğundan faydalanmış ve hem Irak’la hem de kuzeydeki bölgesel Barzani hükümetiyle ortaklık kurmuştur. Türkiye 2009’daki yıllık 5 milyar dolarlık ihracatını, son yıllarda yıllık 9-10 milyar dolara çıkararak Irak’a çok büyük miktarlarda meta ve sermaye ihraç etti. Sadece 2019’da, yeniden inşa amacıyla Türk firmalarınca kullanılmak üzere Irak’a 5 milyar dolarlık kredi sağlandı. Irak’ın kuzeyinde Kürt yöneticilerinin Türk hükümetinin kuzey Suriye’ye yönelik askerî harekâtlarına karşı sesini çıkarmaktan kaçınması dikkate değerdir.

AKP Hükümetinin Suriye’deki Askeri Harekâtları

“Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı”

AKP “Fırat Kalkanı” olarak anılan harekâttan beri, partinin dış politikada alternatifsiz olduğu düşüncesini yaymaya çalışmaktadır. Sonrasında gerçekleşen 2018 Ocak tarihli “Zeytin Dalı” ve 2019 Ekimi’nde gerçekleşen “Barış Pınarı” harekâtları AKP iktidarını bir kısırdöngüye soktu: Dış politika bağlamında bir süper güçle ne zaman çelişse, siyasi krizden sıyrılmak için başka bir süper güce yanaşmaya çalışıyor. Bu şekilde, iktidarını sürdürmeyi hedefliyor. Kapitalizmden başka bir sistemi hayal bile edemeyen muhalefet partileri ise siyasi iktidarı destekliyor.

“Fırat Kalkanı” Harekâtı, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Suriye İç Savaşı’ndaki Türkiye destekli Suriyeli muhalif gruplar tarafından gerçekleştirilen bir sınır ötesi harekât olup Türkiye’nin kuzey Suriye’yi işgaliyle sonuçlanmıştır. Harekât 24 Ağustos 2016’da başladı ve Türk ordusunun harekâtın “başarıyla tamamlandığı” yönündeki duyurusuyla 29 Mart 2017’de sona erdi. Türk Silahlı Kuvvetleri öncelikli hedeflerini “sınırları terörist örgütlerden temizlemek ve sınır güvenliğinin sağlamlaştırılması sürecine katkıda bulunmak, bunun gibi Suriye’nin toprak bütünlüğüne öncelik vermek ve bunu desteklemek” şeklinde açıkladı. Harekâtın açıklanan hedefleri IŞİD’le mücadele, sınırların teröristlerden arındırılması ve Suriyelilerin yurtlarına dönmesi şeklindeyse de, duyurulmamış ama belirgin olan hedefleri Afrin ve Kobani’nin birleşmesinin engellenmesiydi. Türkiye’nin Cerablus operasyonu başlamadan önce, Menbiç’i IŞİD’den geri alan SDF, yeni hedeflerinin Cerablus ve El Bab olduğunu açıklamıştı. SDF’nin (ve YPG’nin) amacı hem Afrin hem de Menbiç-Kobani hattı üzerinden manevralar yaparak “kantonları birleştirmek”ti.

Harekâtla birlikte ABD’yle ilişkilerinin daha fazla gerildiği açığa çıktığında iktidar partisi Rusya’yla karşılıklı bir ilişki içerisine girdi. Ayrıca Rusya-Türkiye-İran arasında üçlü müzakere süreci sürmekteydi.  Türkiye’nin Cerablus’a girmesi karşılığında, ABD Fırat’ın doğusunda YPG’nin tanınmasını garanti altına almış oldu. Buna ek olarak, Rusya da IŞİD’in Kafkaslar’a geçişini engellemiş ve ABD destekli Kürt koridorunun tamamlanmasını ertelemiş oldu.

18 Mart 2018’de Türk hükümeti ve silahlı kuvvetleri destekli Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) Afrin şehrine girdi. Resmî adıyla “Zeytin Dalı” Harekâtı, egemen bir devlet olan Suriye’nin sınırlarına yönelik bir başka müdahale olarak Suriye’nin kuzeybatısında bulunan, ağırlıkla Kürt nüfuslu Afrin ilçesini hedef alan bir sınır ötesi harekâttı. Son olarak Türk Silahlı Kuvvetleri ve ÖSO, SDF ve Suriye Silahlı Kuvvetlerini yenilgiye uğratma hedefiyle Suriye’nin kuzeydoğusunda “Barış Pınarı” Harekâtını başlattı. Tıpkı “Fırat Kalkanı”nda olduğu gibi, ABD ve Rusya Türk Silahlı Kuvvetleri ve ÖSO’nun sınır ötesi harekâtına yeşil ışık yaktı. Buradan, bu denklem içerisinde önemini yitiren AB, her zaman bir ölçüye kadar önemli olan ancak süreçte geri planda duran İran ve Türkiye arasında en azından üçlü bir anlaşmanın söz konusu olduğu sonucuna varılabilir. Ayrıca Kürt-Amerikan ve Rus-Suriye eksenleri sarsılmıştı ve AKP’nin ABD ve Rusya’ya yönelik stratejisi “yaranma” kavramıyla tanımlanıyordu. Türkiye bir kez daha, emperyalistleri Kürtler’den ve Esad’dan daha iyi bir müttefik olduğu konusunda ikna etmeye çalışıyordu.

Türkiye, uluslararası düzeyde ve ülke içinde sermaye sınıfının iç çelişkilerinin yoğunlaştığı bir dönemden geçmektedir. Bu çelişkiler hiçbir şekilde egemen sınıfın ortak çıkarlara sahip olmadığı anlamına gelmez. AKP yalnızca Suriye’de bataklığa saplanıp kalmamış, aynı zamanda Rusya’nın bölgede daha büyük önem kazanmasını sağlayarak ABD’nin başından beri hiç istemediği bir duruma yol açmıştır. Yeni Osmanlıcılık politikasının ilan edilmesini takiben Kürt ulusal hareketi de burada kendine bir alan açmaya çalışmıştır. Ne var ki, AKP bakımından “çözülme süreci” sadece ve sadece İslami bir bölgesel düzenleme gerçekleştirilebilseydi etkin şekilde aşama kaydedebilecekti. AKP’nin Suriye’deki başarısızlığına kadar, Kürt siyasetinde emperyalistlerin Suriye’deki çıkarlarına müdahil olmak yönünde ortak bir mücadele söz konusuydu. Kürt hareketi, özellikle de PKK, artık bir “çözüm ortağı” değil, AKP’nin milliyetçi söylemini güçlendirmeye yarayan bir “terör örgütü”dür. Kapitalist bir ülke olarak Türkiye, kendisi de aynı temelde kurulmuş olması itibarıyla, uluslararası düzeyde adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri meşrulaştırmaktadır. Ancak yukarıda belirtildiği üzere, hükümetle Kürt ulusal hareketi arasında ilişkilerin değişmesi potansiyeli her zaman mevcuttur.

Rusya’nın Müdahalesi ve Suriye’de Anayasa Hazırlanması Süreci

Rusya’nın Batılı emperyalistlerle ilişkileri, Soğuk Savaş’ın ardından en kötü dönemini geçiriyordu. Bir sonraki başkanlık seçimini Hillary Clinton’ın kazanacağı beklentisi bölgedeki diplomatların çoğunu, Suriye’de tahmin edilebilir gelecekte Rusya ve ABD arasında sınırlı bir işbirliği olacağını varsaymaya itiyordu. Böylece Rusya Suriye’nin geleceği için kilit bir ülkeye dönüştü. Bu durum, Suriye’yi Rusya’ya bağımlı bir hale getirdi. Örneğin, İran’ın Suriye’de bulunmasının kapsam ve süresini belirleyen tek siyasi aktör Suriye hükümeti değildir. Buna ek olarak, İran da ABD rejimiyle uzlaşma şansını yitirdiği ölçüde Rusya ve Çin’e siyasi ve ekonomik olarak daha fazla bağımlı hale gelmektedir.

2015 yılında, Suriye’nin kuzeyindeki askerî gelişmeler sürmekteyken Rusya Suriye’de yeni bir anayasa hazırlanması için adım attı. 19 Aralıkta, BM Güvenlik Konseyi acil bir ateşkes çağrısında bulundu; sonrasında ise bir siyasi müzakere süreci gerçekleşti. Bu çerçevede, Rusya sessizce ülkede kendi “varlığını” garanti altına alan bir anayasa hazırlama süreci başlattı. Rusya’nın Suriye rejimini kendi stratejik çıkarlarını korumak ve özellikle terörizmle mücadele ederken aynı zamanda Ortadoğu’da önemli bir siyasi güç haline gelmeye çalışmak amacıyla desteklediği söylenebilir.

Astana’da 2017’nin Ocak ayında gerçekleştirilen Suriye barış görüşmeleri sırasında Rusya hükümeti Suriye için bir anayasa taslağı açıkladı. Bu anayasa taslağı, Vladimir Putin’in yeni bir anayasanın Suriye’deki krize siyasi bir çözüm bulmak bakımından kritik önemde olduğunu açıklamasından beri uzun süredir dillendirilmekteydi. Neredeyse tüm muhalif gruplar Rusya’nın önerisine kesin olarak karşı çıktı. Buna cevaben Rusya bu taslağın yalnızca barış süreci için bir “rehber” olma niteliği taşıdığını ileri sürdü. Taslağa göre Rusya’nın Suriye rejimiyle bağı stratejik olmaktan öte ayrıca ideolojik bir içerik de taşıyordu. Buna göre, Rusya Esad’ı zor kullanarak iktidardan düşürmek yolundaki her türlü Batılı planı engellemeye devam edecek gibi görünüyordu. En önemli sonuçlardan biri Türkiye ve Suudi Arabistan destekli muhalefetin taslaktan doğrudan etkilenmesiydi. Diğer yandan anayasanın Kürtler ve diğer azınlıkların adem-i merkeziyetçi eğilimleri nedeniyle “ulusal sorunu” nasıl idare edeceği de bir merak konusuydu.

2019’un Mart ayında Suriye rejimi anayasanın ülkenin egemenliğini vurgulaması gerektiğini açıkladı. Şurası açık ki, bir “siyasi çözüm” olarak yeni bir anayasa emperyalistlerin ve onların Ortadoğu’daki temsilcilerinin olduğu kadar Suriye’nin de temel meselelerinden biridir.

Suriye’de Barış İçin Umut Var mı?

Suriye trajedisindeki rolünü yukarıda açıkladığımız bir ülkenin komünistleri olarak, Suriye’de ve daha geniş bir bölgede uzun vadeli bir barış için birkaç noktanın altını çizmek istiyoruz.

Bölgemizdeki asıl güvenlik tehdidi NATO, ABD ve bunlarla işbirliği yapmakta ısrar eden güçlerdir. Suriye’de barış yalnızca bütün emperyalist ve işgalci güçler, bütün birlikleri ve paramiliter kuvvetleri ile birlikte uzaklaştırılmak suretiyle bu bölgeden çekildiğinde gerçekleşecektir. Emperyalist ülkelere ait, bölgedeki tüm yabancı üsler kapatılmalıdır. Açık ya da gizli, tüm emperyalist anlaşmalar feshedilmelidir. Varlıkların kamulaştırılmasına ve merkezî planlamaya dayanan eşitlikçi bir sistem kurulmalıdır.

Suriye’de barışın, herhangi bir etnik ya da dinî grubun diğerleri üzerinde herhangi bir üstünlüğüne yer tanımayan laik bir temelde kurulması gerekliliği aynı derecede hayatidir.

Suriye’nin geleceğine yalnızca Suriye halkı karar verebilir ve bu hak sadece onlara aittir.