İstanbul Sözleşmesi her yerde gericilerin hedefinde

Kapitalist dünyanın neresinde olursa olsun Sözleşme'ye karşı çıkışlar, daima muhafazakarlardan, kiliselerden, sağcılardan ve gericilerden geliyor.

Serap Emir

AKP’nin Ayasofya hamlesinin hemen ardından çekileceği sinyalini verdiği İstanbul Sözleşmesi’nin akıbeti halen belirsizliğini koruyor. Medya kulislerinde geçtiğimiz hafta, AKP’nin 5 Ağustos’ta bir karşı hamle yapacağı söylentileri dolaşıyordu. Ancak Pınar Gültekin’in canice katledilmesi üzerine toplumda “Artık Yeter!” Sesleri yeniden yükselmişken, AKP yine de bu adımı atmakta ısrar edebilecek mi bekleyip göreceğiz.

İstanbul Sözleşmesi ya da diğer adıyla ‘ ‘Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açıldığından bu yana, Avrupa Konseyindeki 34 ülke sözleşmeyi imzalayarak kendi iç hukuklarının da bir parçası haline getirdi.1 Bu ülkelerin içinde, sözleşmeyi imzaladığı andan itibaren imzasıyla övünmek dışında hiçbir adım atmayan AKP de var. Avrupa Konseyi haricinde de sözleşmeyi imzalayan ülkeler var: Kanada, Vatikan, Japonya, Kazakistan, Meksika, Tunus ve ABD. Öte yandan Avrupa Konseyi üyesi 11 ülke ise (Ermenistan, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Letonya, Lihtenştayn, Litvanya, Moldova, Slovakya, Ukrayna, İngiltere) sözleşmeyi imzalasa da, kendi ülkelerinde yürürlüğe sokmadı. Bu ülkelerin tutumunun ardında ise yine aşina olduğumuz gerekçeler saklı: ‘LGBT ideolojisi' ve bu kez ‘Hristiyan ahlak’. Avrupa Konseyi üyesi olup da benzer çekincelerle sözleşmeyi imzalamamakta direnense iki ülke var: Rusya ve Azerbaycan. 

Polonya'nın sözleşmeden çekilmesi gündemde

Bizim canice işlenmiş bir kadın cinayetiyle geçirdiğimiz bu bir haftada, Polonya’daki sağcı hükümet; İstanbul Sözleşmesi’nden çekileceğini açıkladı. Gerekçe yine tanıdık: ‘geleneksel değerler’ ve ‘LGBT ideolojisi.’2 Üstelik çekilme duyurusunu yapan Polonya Adalet Bakanı Zbigniew Ziobro, sözleşme hakkında ilk kez de konuşmuyor: 2012’de sözleşme imzalandığı yıl o zaman muhalefet kürsülerinden bunun bir tür ‘gay ideolojisini meşrulaştırmayı hedefleyen feminist icadı’ olduğunu söylemiş. Bugünse Polonya’nın iç hukukunun kadınları şiddetten korumada halihazırda sözleşmeden daha ileride olduğunu iddia adıyor. Hükümetin hamlesine karşı sokaklara dökülen binlerce Polonyalı kadınsa, bu konuda Bakan Zbigniew ile aynı fikirde değil. Bu gösterilerde Kadın Hakları Merkezi’nin yaptığı açıklamaya göre, her yıl 400 ila 500 kadın şiddet yüzünden yaşamını yitiriyor. Üstelik tıpkı bizim ülkemizde olduğu Polonya’da da kadın cinayetleri verileri resmi olarak kayda alınmıyor, kadın hareketlerinin kendi tuttukları verilere dayanıyor. 

Sözleşmeyi imzalayan ama onaylamayan ülkeler

Polonya ile beraber, sözleşmeden çekilmek isteyen bir başka ülke de Macaristan. Sözleşmeyi 2014 yılında imzalayan Macaristan’da, sözleşmenin onaylanmaması için koalisyon ortağı Hristiyan Demokratik Halk Partisi (KDNP) tarafından parlamentoya sunulan deklarasyon geçtiğimiz Mayıs ayında 35’e karşı 115 lehte oyla kabul edildi.3 Deklarasyonda ilk argüman, sözleşmenin göçmenlere cinsiyet hakkı üzerinden iltica hakkı sağladığı ve bunun da ‘yasadışı göç’e yol açabileceği iddiası. Bir diğer argümansa yine tanıdık: Sözleşmenin her tür cinsiyet ayrımcılığını yasaklayan hükmü nedeniyle işaret edilen ‘yıkıcı cinsiyet ideolojileri’ tehlikesi.4 Orban’ın Fidesz Partisi liderliğindeki Macaristan Hükümeti’nin cinsel yönelim alerjisi yeni değil.  2010 yılında da anayasada bir değişiklikle evliliğin, ‘bir kadın ile bir erkek arasındaki birliktelik’ olduğunun altı çizilmişti. İki yıl önce ise, aynı parti üniversitelerde yapılan cinsiyet çalışmalarını yasaklayan bir kararname çıkarmıştı.

Ermeni Apolistik Kilise’nin başını çektiği muhafazakarların sözleşmeye karşı çıktığı ülkelerden bir diğeri ise, Ermenistan.5 Macaristan’dakine benzer bir süreç orada da işliyor; 2018 yılında sözleşmeyi imzalayan Ermenistan, 2019 yılında sözleşmenin onaylanmak üzere parlamentoya getirilmesiyle benzer tartışmalara şahit oluyor. Muhafazakarların sözleşmeye karşı çıktığı nokta yine, ‘ailesiz toplumun’ önünün açılması ve ‘eşcinsellik propagandası’nın alt yapısının hazırlanması, ve tabi bunların Hristiyan ahlakına aykırı oluşu.

Yine sözleşmeyi imzaladığı halde, gericilerden gelen tepkiler üzerine parlamentodaki onay aşamasından geri dönen pek çok ülke var.  Bunlardan bir kaçı, Slovakya, Bulgaristan ve Ukrayna.6 

Bulgaristan’da Ortodoks Kilisesi’nin, Ukrayna’da Yunan Katolik Kilisesi’nin başını çektiği sağcıların tepkileri üzerine sözleşme meclisten dönüyor. Slovakya’da da yine Katoliklerin, sağcı partilerin ve muhafazakarların tepkileri üzerine sözleşmenin onaylanması reddediliyor.7 Bu ülkelerin bu geri adıma uydurdukları hukuki kılıf ise hep aynı: Anayasada evliliğin bir kadın ve bir erkekten oluşan bir birliktelik olarak tanımlanması ve hemen ardısıra ’eşcinsel evliliklerin önünü açacak olan sözleşme’nin ise bu anayasal hükme aykırı olacağı. 

Hırvatistan’daysa sağcılar ve kilise yalnızca sözleşmeye karşı çıkmakla kalmıyor, 2018 yılında sözleşmeyi bir ‘sapkınlık’ olarak tanımlayan Katolik Kilisesi, sözleşmeye karşı binlerce kişilik sokak gösterileri örgütlüyor. Ancak yine de sözleşme, yasal evlilik tanımının değişmeyeceğine dair bir hüküm de eklenerek, 30’a karşı 110 oyla parlamentoda onaylanıyor.8 

Son olarak sözleşmeyi 2012’de imzaladığı halde halen onaylamayan ülkelerden epey dikkat çekici olanı ise İngiltere. Ülkede sözleşmenin yürürlüğe girmesi için başlatılan imza kampanyalarında, ev içi istismar, tecavüz, cinsel taciz, kadın sünneti gibi çok çeşitli versiyonlarının olduğu, bunlara karşı alınan önlemlerin ve ayrılan kaynağın yetersiz olduğu, özellikle siyahi kadınlar gibi farklı azınlıkların şiddetten daha çok etkilendiği vurgulanıyor.9

İtitrazların kaynağı gericilik

Tüm bu saydığımız örnekler bize, kapitalist dünyanın neresinde olursa olsun Sözleşme'ye karşı çıkışların daima muhafazakarlardan, kiliselerden, sağcılardan ve gericilerden geldiğini gösteriyor. Tepkilerin bizdekinden tek farkı ise İslamiyetin yerine bu kez Hristiyan ahlakına atıf yapılması. Yoksa ‘geleneksel aile yapısının korunması’ ve ‘eşcinselliğin toplumda meşruiyet kazanması’ üzerinden yapılan karşı çıkışlar neredeyse birbirinin kopyası gibi. Gericilik hangi kutsal kitabı referans aldığına bakmaksızın, dünyanın her yerinde kadınların yaşam hakkını karşısına alıyor. 

Son olarak parlamentolardaki oylamaların olumsuz sonuçlanmasında veya sözleşme metninin parlamentoya dahi gelememesinde, bu çağlar ötesinden gelen karanlık sesin etkisi olduğu açık. Ama en az bunun kadar bir başka faktör de, sözleşmenin öngördüğü kimi tedbirlerin hükümetlerce bütçeye bindirilmiş bir yük olarak görülmesi. Özellikle sözleşmenin 20. Maddesinde sayılan, “yasal ve psikolojik danışmanlık hizmetleri, finansal yardım, konut sağlama, eğitim, öğretim ve iş bulma yardımı” gibi görevlerin, hükümetlerin tercihlerini kadınları şiddetten ‘korumak’tansa bütçeyi kendilerine saklamak yönünde etkilediğini söyleyebiliriz. Kadına şiddet gibi toplumda derin yaralar açan bir toplumsal soruna fon ayırmayı daha onay aşamasında bu kadar dert eden hükümetlerden, sözleşmenin uygulanmasına sınırsız kaynak ayıracaklarını beklemek ise imkansıza yakın. Yani sözleşme metni parlamentoda kabul edilse, yürürlüğe girse bile; hükümetler daima tedbirleri bütçeyi en az sarsacak yoldan çözmeye çalışacaklar. Dolayısıyla bir sözleşmeye çok fazla anlam yükleyen “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır” talebinin, teoride bir karşılığı olmadığı gibi pratikte de yok. Çünkü dediğimiz gibi ‘tedbirlerin bütçeye bindireceği yük’ kaygısı, hükümetleri daima tedbirleri arkadan dolanmaya, eksik bırakmaya sevk edecek ve bu da sözleşmenin asla tam anlamıyla uygulanamayacağı anlamına gelecek. İhtiyacımız olansa, hükümetlerden sözleşmeyi uygulamalarını talep etmekten öte; kadına şiddetin ortadan kalkacağı zemini güçlendirmek, örgütlü bir toplum yaratmak.