İktidar halkla mı, virüsle mi savaşıyor?

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, İngiltere'nin köklü sol yayınlarından Morning Star'da yayımlanan yazısında salgın dönemini ve ülkemizde sınıf mücadelesinin seyrini değerlendirdi.

Kemal Okuyan

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'ın salgın döneminde oluşan Türkiye tablosunu ve komünistlerin sınıf mücadelesindeki konumlarını anlattığı yazısı İngiltere'de çıkan Morning Star'da yayımlandı.

Morning Star, Britanya Komünist Partisi'nin "Britanya'nın Sosyalizm Yolu" programına sadık bir yayın olarak tanımlıyor kendisini. 1930 yılında yayımlanmaya başlanan Daily Worker gazetesi 1966 yılında Morning Star adını alarak yayınına devam etmiş.

Okuyan'ın bu köklü yayında yayımlanan yazısını okurlarımıza sunuyoruz.

Türkiye’de siyasi iktidar, korona virüsü salgınında aşağı yukarı Avrupa’daki diğer ülkelerle eşzamanlı bir biçimde “yeni normal” dedikleri bir evreyi başlatmış oldu. Birçok kişi bunun çok erken olduğunu, henüz salgının etkisini yitirmediğini vurgularken hükümet salgın sürecini çok iyi yönettiğini ısrarla iddia etmekte ve gerçekliği ne kadar yansıttığı belirsiz olan bazı rakamlara işaret etmekte.

Gerçeği tam yansıtmasa da, Türkiye’de vaka sayısına göre salgınla ilintili ölümlerin diğer ülkelerle kıyaslandığında düşük olduğu ortada. Ancak buradan siyasi iktidarın kendi hanesine bir başarı yazması olanaksız çünkü salgının Türkiye’de daha az öldürücü olmasının en önemli nedeni Türkiye’nin bütün Avrupa ülkelerinden farklı olarak oldukça genç bir nüfusa sahip olması. Yaş ortalaması 30’u bile bulmayan nüfusuyla Türkiye korona virüsünü daha kırılgan bir demografik yapıyla karşılayan başka ülkelere göre kuşkusuz avantajlıydı.

Ayrıca Türkiye’de yaşlı nüfusun sosyo-ekonomik ve kültürel nedenlerle Batı Avrupa ülkelerindeki yaşlılara göre çok daha az sosyal olduğunu belirtmek gerekiyor. Ek olarak, yaşlı nüfusun çok büyük bir bölümü evlerde yaşıyor, bakım evleri henüz birçok ülkede olduğu kadar yaygın değil Türkiye’de. Oysa biliyoruz ki, birçok Avrupa ülkesinde en büyük kayıp yaşlı bakım evlerinde yaşandı.

Şimdi “yeni normal”e geçilmişken, hastanelerde yoğun bakımlarda özel bir yoğunluk yok. Kısıtlamaların çok büyük bir bölümünün aynı anda kaldırılmasının sonuçlarını bir hafta-on gün içinde göreceğiz. Birçok bilim insanı virüsün yavaş yavaş etkisini yitirmekte olduğunu söylerken bazıları daha temkinli davranıyor. Ancak açık bir gerçek var ki, sıcak havalar insanların kapalı mekanlarda daha az durması anlamına geliyor ve bu büyük bir avantaj. Sonuçları hep birlikte göreceğiz.

Ancak komünistlerin başından beri söylediği gibi, kapitalizmin bu çapta bir salgını yönetme becerisi yok. Yok çünkü salgına karşı uluslararası işbirliği gerekiyordu. Oysa emperyalist sistemin iç rekabeti bu süreçte daha da arttı. ABD başta olmak üzere birçok emperyalist ülke dayanışma yerine gerilimi ve bencilce bir tutumu tercih etti. Daha da önemlisi, istisnasız bütün kapitalist ülkelerde salgınla ilgili politikalar tamamen sermaye sınıfının gereksinimlerine göre belirlendi. Salgın birkaç haftalık mutlak bir tecritle bütün dünyada durdurulabilirdi. Ancak yaşamsal olmayan sektörlerde de üretim devam etti. Zaten hiçbir iktidar üretimin durduğu koşullarda işçi sınıfının toplumun bütün haklarını koruyacak kaynak, hazırlık ve de niyete sahip değildi.

Türkiye’de ise her zaman “piyasa oyuncusu” kimliği öne çıkan Erdoğan liderliğinde iktidar başından itibaren akıl, bilim ve gerçeklerle çelişir biçimde toplumun sağlığını değil, sermayenin taleplerini hesaba katan politikalar geliştirdi. Bunun en tipik ve belki en fazla gündeme getirilen örneği, parklardan önce büyük alış veriş merkezlerinin açılmasıydı. Büyük alış veriş merkezlerinin yaşamsal hiçbir önemi yoktu, insanların her tür gereksinimini karşılayacak dükkanlar zaten açıktı ama tekstil, beyaz eşya ve benzeri sektörlerin patronları hükümetin kapısını çalıyordu. Erdoğan’ın onlara hayır demesi söz konusu olamazdı.

Ancak hükümetin korona dönemindeki politikalarının sınıfsal karakterini en iyi ifade eden kuşkusuz açıklanan destek paketi oldu. Mart ayında “müjde” olarak duyurulan Ekonomik İstikrar Kalkanı Paketi, toplamda 100 milyar liralık (yaklaşık 14 milyar euro) pakete dikkatle bakıldığında, salgının yükünü en fazla çekecek olan emekçi halkı koruyacak tedbirlerin son derece sınırlı olduğu, hükümetin tamamen patronları kurtarmaya dönük bir planlamaya gittiği, dahası dara düşen işçi, küçük esnaf ve köylüye “ucuz ve uygun kredi” satmaya çalıştığı görüldü. Öyle ki hükümet korona günlerinde konut kredilerinde faiz indirimini büyük bir müjde olarak sunuyordu. 

İşin en ilginç yanı, bütün bu süreçte ilan edilen 100 milyarlık desteğin ve halkın bağışlarıyla yaratılan salgın fonunun nerede-nasıl kullanıldığına ilişkin hiçbir verinin olmaması. Birçok iktisatçı hükümetin halktan bağış alarak bütçe açığını kapatmaya çalıştığından emin.

Sonuç nedir? Sonuç zaten ağır bir ekonomik krizin eşiğindeki Türkiye’de, koronayla birlikte krizin bütün yükünün halkın sırtına binmesidir. Yüzde 20’lerin üzerinde olduğunu bildiğimiz gerçek işsizliğin daha da arttığı ve bunun boyutlarının önümüzdeki aylarda gözleneceği ortada. Her tür hak arama fiilen ve genelgelerle durdurulmuş, grev yapmak fiilen imkansız hale getirilmiş durumda. Birçok işletmede ücretler “salgın” gerekçesiyle düşürüldü. Karşılaşılacak bir diğer olgu, başka ülkelerdeki gibi Türkiye’de de yeni bir tekelleşme dalgasıdır. Bul dalganın emekçi halkın yararına sonuçlanmayacağı ortada.

Peki bu tabloda ne yapılabilir?

Her şeyden önce Türkiye’de bu koşullarda kısıtlamaların kalkmasına karşı çıkmak gerçekçi ve devrimci bir tutum değil. Halkın yoksulluk ve işsizlik kuşatması altında bir an önce normalleşmeyi beklediği bir sırada bilimsel gerçeklerle ne kadar örtüşürse örtüşsün buna itiraz etmek daha çok bir orta sınıf tavrı olarak görülebilir. 

Kapitalizmin toplum sağlığını korumadığı ve koruyamayacağı gerçeğini sürekli gündemde tutarak bir an önce sınıf mücadelesinin konvansiyonel araçlarına, o araçlara yeni yöntemler ekleyerek başvurmamız gerekiyor. Sınıf mücadelesi esas itibariyle sanal ortamda değil, işyerlerinde ve sokakta sürüyor. Bu özgün ve yıkıcı dönemde sınıf mücadelesinin askıya alınmasını bir noktadan sonra göze alma şansımız yok. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de komünistler toplumun sağlığını korumak için üzerlerine düşeni yaptılar, öneriler geliştirdiler, dayanışma örgütlediler ve yalnız kendilerini ve dostlarını değil tüm halkın sağlığını gözeten bir sorumlulukla faaliyetlerini kısıtladılar. Ancak kapitalizmin insanlığı salgından koruyabilme yeteceğinin olmadığı bir kez daha görüldü. O halde görev insanlığı kapitalizmden korumak, ondan bir an önce kurtulmaktır.

Sermaye diktatörlüğüne karşı mücadele ile emekçilerin gündelik ekmek ve özgürlük kavgası arasında diyalektik bir ilişki var. Biri olmadan diğeri olmuyor. Türkiyeli komünistler bu bilinçle bir yandan başka bir Türkiye ve dünya mümkün derken bir yandan da Patronların Ensesindeyiz gibi salgın süresinde şaşırtıcı bir etkiye ulaşan “mücadele ağ”ları ile işsizliğe ve yoksulluğa karşı işçi sınıfının hakkını aramaya çalışıyorlar. Eli kolu bağlanmış ve kötürümleşmiş sendikal hareketin bıraktığı boşlukta yeni ve yaratıcı yöntemlerle patronların karşısına hukuki, siyasi ve fiziki olarak dikilen Patronların Ensesindeyiz Ağı daha şimdiden onlarca işyerinde kazanımla biten mücadeleler örgütledi ve işçilerin örgütlü mücadele ile tanışmalarına vesile oldu. 

Hayat öğretiyor, salgından da öğreniyoruz…