Asıl soruşturulması gereken Diyanet İşleri Başkanı

Asıl soruşturma açılması gereken suç nitelikli söylemi nedeniyle DİB Başkanı olmalıdır. Ancak soruşturma, bu söylemi eleştiren Ankara ve Diyarbakır Barolarına açılıyor. Barolar, açıklamaları kasıtlı olarak bağlamından koparılıyor ve 'dini değerlere saldırmakla' suçlanıyor!

Neval Oğan Balkız

Ankara Barosu, hukukçuların hukuk örgütü olarak, yüz yıla yaklaşan tarihsel birikimi, hukuk, demokrasi, laiklik ve insan haklarını savunma deneyimiyle hukukun üstünlüğünü savunur.  

Ankara Barosu, Anayasasında "demokratik bir hukuk devleti olduğu" yazılı cumhuriyet devletinde hiçbir kişi ya da kurumun, anayasanın ve hukukun üstünde olmadığını savunur; insan haklarının, temel kişi hak ve özgürlüklerinin herkes için herhangi bir ayrım olmaksızın etkin bir şekilde korunması için mücadele verir; her türlü ayrımcılığa ve nefret söyleminin her biçimine karşı çıkar; kamu görevlilerinin devlet yetkisini kullanarak, anayasaya, laikliğe, bilimsel düşünceye, bireylerin yaşam tercihlerine ve seçimlerine saldırmalarına karşı kaynağını anayasadan alan, kanunun verdiği bir yetkiyle ve hukuk yoluyla mücadele eder; “Faşizmin her biçimine” karşı çıkar; gericiliğe karşı aydınlanmacı aklı ve çağdaşlığı, baskıya karşı özgürlüğü, karanlığa karşı aydınlığı savunur; hiçbir dini inanca, felsefi görüşe saldırmaz, saldırılmasına kendisi izin vermez. (Tıpkı aynı değer ve ilkeleri savunan İzmir, Antalya, Diyarbakır vb. diğer Barolar gibi)

İşlev ve görev tanımını aştı

Diyanet İşleri Başkanlığı, özellikle son yıllarda; tarihsel olarak ortaya çıktığı koşulların bağlamına aykırı şekilde,  Anayasada ve kuruluş kanununda tanımlanan amaç, işlev ve görev tanımını çok aşarak ve Anayasal ve yasal sınırlarının dışına taşarak, devasa bütçesi, kadrosu ve olanaklarıyla laiklik ilkesine aykırı şekilde "hukuksal bir insan kurumu olan" devletin, tüm kurum, kuruluş, örgütlenme ve işleyişine, hukuk ilke ve kurallarına ilişkin söz söyleyen, fetva veren bir kurum haline gelmiştir.

İktidarın ideolojik temelini oluşturan Siyasal İslam anlayışının, çağın insani değer anlayışı, düşünce ve öncelikleriyle aykırılık oluşturan, uymayan kültürel normlarını, kişi, grup ve toplulukların davranış ve düşünüş kurallarını günümüz toplumsal alanına aktarma ve şekillendirme görevini yürütüyor! Bu görevi yerine getirirken sıklıkla, farklı toplumsal kesimlerin ve bireylerin haklarına, inanç ve felsefi görüşlerine, tercihlerine, kimlik aidiyetlerine aykırı, ayrımcılık niteliği taşıyan beyan, tutum ve açıklamalarda bulunuyor. Bunun son bir örneği kurumun Başkanı Ali Erbaş’ın, cinsel yönelimi ve cinsel kimliği farklı kesimlere yönelik, “salgın hastalık nedeni oldukları” yönündeki nefret söylemi nitelikli açıklaması oldu. Bu açıklama, Anayasa ve uluslararası sözleşmelerle güvenceye alınan insan haklarını, bu hakların koruduğu temel değer olarak insan onurunu, kişi hak ve temel özgürlüklerini ihlal eder niteliktedir.

Nefret söylemi ve sonuçları

Nitekim 1997 yılında Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi  nefret söylemiyle ilgili kabul ettiği bir “Tavsiye Kararında” nefret söylemini  şöyle tanımlamıştır: “Irkçı nefret, yabancı düşmanlığı, antisemitizm veya hoşgörüsüzlük ifade eden saldırgan milliyetçilik de dâhil olmak üzere, hoşgörüsüzlüğe dayalı diğer nefret biçimlerini yayan, teşvik eden, savunan ya da haklı gösteren her türlü ifade biçimidir."

Tarlach McGonagle nefret söylemini şu şekilde tanımlar: “Nefret söylemi geniş bir spektruma yayılan olumsuz bir söylemdir. Bu söylem esnektir, çünkü nefretten yola çıkarak nefreti teşvik etmeye varabilen, suiistimale, aşağılamaya, hakarete, yermeye dayanan kelimeler ve sıfatlardan oluşan, öte yandan da aşırı önyargılardan bağımsız olmayan bir söylemdir”.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, içtihatlarında net bir tanımı kabul etmemiş olsa da, bu kavramı dini hoşgörüsüzlük dâhil, hoşgörüsüzlükten kaynaklanan nefreti yayan, teşvik eden, savunan ya da haklı çıkaran ifade biçimleri için kullanmaktadır.

Nefret söylemi çoğu kez nefret suçlarının önünü açmakta, bu suçları teşvik etmektedir. “Nefret söylemi tahammülsüzlüğün ve hoşgörüsüzlüğün dışavurumu olarak nitelendirilebilir. Bu tahammülsüzlük ve hoşnutsuzluk adaletsizliklere, başkalarının haklarının gasp edilmesine, toplumsal  barışı yaralamaya yol açabilme potansiyeline de sahiptir”. Nefret söylemi, politik boyutu itibariyle, “demokratik mücadele ile mağlup edilen tüm gerici fikir ve teorileri yeniden canlandırma amacı güden, dolayısıyla demokratik mücadelenin kazanımlarını yıkmayı amaçlayan” bir nitelik taşır. Nefret söyleminin bir boyutu da salt söylem olarak kalmaması, teşvik veya provoke edici bir yönünün de olmasıdır. Nefret söyleminin oluşmasında, dile gelmesinde belirli bir artalan vardır ve bu arka planda aşırılaşan önyargılar rol oynar. 

Nefret söyleminin demokratik bir topluma olumsuz yansımaları çeşitli şekillerde sirayet eder. Nefret söyleminin en belirgin sonuçlarından bir tanesi mağdurlarını sessizleştirmesidir. Nefret söylemini gerçekleştirirken telaffuz edilen kelimeler belirli gruplar hakkında çeşitli klişeler yaratarak onların ötekileşmesine sebep olabilir ve bu söylemin devam ettirilerek yeniden üretilmesi halinde çeşitli gruplar üzerindeki baskı artar. Tüm bu faktörler hedefteki grupları sinikleştirir, pasifleştirir ve demokratik bir sisteme eşit bir şekilde katılma cesaretlerini veya motivasyonlarını kırar. Nefret söylemi, hedefindeki gruplara toplumun bir parçası olmadıklarını dikte eder, dolayısıyla bu grupların tartışma, müzakere etme sürecine katılmaları için şevkleri kırılmış olur. Nefret söylemi, içinde potansiyel şiddeti de barındırır. Nefret söyleminin işlevlerinden birisi de şiddetin altyapısını hazırlamasıdır. Bunu, çeşitli inançlar veya yargılar ağı yaratarak gerçekleştirir. Tsesis’e göre şiddet; sosyal inançlar, gelenekler, metaforlar ve çeşitli grupları aşağılayan ve nesneleştiren klişeler aracılığıyla meşru kılınır. Dolayısıyla nefret söylemi, içinde suç potansiyelini de barındırır; kelimeler, cümleler taşlara, mermilere dönüşebilir. Azınlıklara karşı gerçekleştirilen nefret söylemine göz yumuldukça “nefret edilen grupların” en temel insan haklarına sahip olmak için dahi değersiz görüleceği riski ortaya çıkar. Nefret söyleminin temelinde önyargılar, ırkçılık, yabancı korkusu veya düşmanlığı, taraf tutma, ayrımcılık, cinsiyetçilik, homofobi, vb. yatar.

Erbaş'ın söylemleri suç içeriyor

Bu bağlamda DİB Başkanı Ali Erbaş'ın söylemi, insan haklarını ihlal eden, ayrımcılık içeren, toplumu ayrıştıran bir nefret söylemi ve TCK'de tanımlanmış bir suç niteliği taşımaktadır. Zira Türk Ceza Kanunu 216. maddesinin 2. fıkrasında düzenlenen "Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır" hükmü açıktır.

Ankara Barosu, bu durum karşısında 1136 Sayılı Avukatlık Kanununun 95. maddesinin 21. fıkrasında düzenlenen “Hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmak, korumak ve bu kavramlara işlerlik kazandırmak” görevinin ve Anayasa’nın kanun önünde eşitlik başlıklı 10. maddesinin gereğini yerine getirmiş, bu söylemi kınayan, eleştiren yazılı bir açıklama yapmıştır. Açıklamanın içeriğinde suç unsuru oluşturacak herhangi bir öğe bulunmadığı, bir din, inanç ve felsefi görüşe yönelik  saldırı, aşağılayıcı nitelikte beyanın  da  söz konusu olmadığı, kamuoyu ile paylaşılan açıklama metinleriyle açıkça ortadadır.

Asıl soruşturma açılması gereken suç nitelikli söylemi nedeniyle DİB Başkanı olmalıdır. Ancak soruşturma, bu söylemi eleştiren Ankara ve Diyarbakır Barolarına açılıyor... Barolar, açıklamaları kasıtlı olarak bağlamından koparılıyor ve "dini değerlere saldırmakla" suçlanıyor! Hukuka aykırı, yasal ve meşru herhangi bir neden olmadan gözdağı verilmeye, bağımsız ve tarafsız basın kuruluşları ve gazeteler gibi, Barolar da susturulmaya, sistematik soruşturmalar ile görevlerini yapmaları engellenmeye çalışılıyor.

Hukuksal zemin kaybolursa…

Bu tür girişimler, toplumsal yapının hukuksal zeminini, kamusal alanın yapısal ve işlevsel meşruiyet bütünlüğünü parçalar. Hukukun meşru zeminin kaybolduğu koşullarda, anayasal devlet düzenin temel niteliklerini belirleyen, düzenin meşruluk dayanaklarını ve hukuk normlarının  öncüllerini  oluşturan Anayasanın yapısal ilkelerinin tahrip ve tahrif edilmesi hızlanır. Modern anayasal devlette, devlet organlarını ve erklerini belirleyen, onların birbirinden farklılaşmasını sağlayan  kurucu unsur olarak hukuk, siyasetin yürürlükteki hukuk kurallarıyla ilişkisini belirleyen  ölçüt olma özelliğini bütünüyle yitirir. Hukuk idesinin her birey için özgürlük, güvenlik ve eşitlik gereksinimlerini karşılayan, eşitlik, amaca uygunluk ve hukuk güvenliği öğeleri kaybolur. Hukuk kavramının değer ve (norm) kural boyutu değişir, hukuk kuralının bireysel ve toplumsal alanda gerçekleştirmeyi amaçladığı değer, “adalet” olmaktan çıkar. Çağdaş hukuk teorisinin hukuk kuralının türetileceği meşru ve evrensel öncül olarak kabul ettiği ‘her insanın onurunun korunmasının değeri’ yerine, herhangi bir kültür anlayışının, inanç ya da dinin kuralları öncül kabul edilir. Böylece “bir devletin örgütlenmesinde, hukukunun oluşturulmasında ve işletilmesinde herhangi bir dinin anlayışlarının ve normlarının belirleyici olmaması” talebini dile getiren Laiklik İlkesi ortadan kalkar. Hukuk devletinin, hukukun üstünlüğü ve hukuk güvenliğinin kurucu yapısal koşulu olan laik devlet (“diğer özellikleri ne olursa olsun,  örgütlenmesinin  ve işleyişinin bir dinin inançlarıyla ilgili anlayışlar ve normlar tarafından  belirlenmediği; örgütlenmesi yapılırken hukuku oluşturulurken  ve işletilirken  bunların herhangi bir dinin dünya  görüşüne ilke ve kurallarına uyup uymadığına bakılmadığı devlet”) belli bir din anlayışı temelinde dönüştürülür!