ANALİZ | Venezuela’da hava dönüyor mu ve nereye?

Venezuela’da yaşanan, halkın bunca direnişinden sonra, tarihin tatsız bir tekerrürü olmamalı. Biz de Venezuela halkının dünyanın başka yerlerinde kolay bulunmayan diri politik bilincine güvenmeliyiz.

Ekin Sönmez

Venezuela’da 6 Aralık’ta parlamento seçimleri yapılacak. Beş yılda bir tekrarlanan ve 2025’e kadar görev yapacak vekilleri belirleyen bu seçime, Venezuelanalysis’in aktardığına göre 107 partiden 14 binin üzerinde aday katılıyor. 2015, Chavez’in ölümünden sonraki ilk parlamento seçimiydi ve ülkedeki Bolivarcı güçlerin oluşturduğu "Büyük Yurtsever Kutup", parlamentodaki çoğunluğu 1999’dan bu yana ilk kez yitirmişti. Aynı parlamentonun 2019 dönem başkanı Guaido, ABD destekli bir darbe girişimi ile göreve geldikten sonra iki hafta içinde 2018’deki başkanlık seçimlerini kazanan Maduro’yu tanımayacağını söyleyip kendini ülkenin başkanı ilan etmiş, bu girişimi ABD’den ve bazı başka Batı ülkelerinden hızlıca kabul görmüş; fakat günün sonunda halkın duvarına sertçe çarpmıştı. Halk “Kendi seçtiğimden başkasının başkanlığını tanımam” demişti. Guaido figürü aylardır ortalarda anlamsızca boy gösteriyor, birtakım iddialarda bulunuyorsa da kaba tabirle havasını almış durumda. Yine de ülkedeki sular durulmuyor. Şu andaki seçime katılan 107 partinin 95’i kendi listesinden katılıyor ve hükümetin adaylarını desteklemediğini ilan ediyor. 

Venezuela, ülkedeki kuvvetlerden yürütmenin yasamaya ağır bastığı, parlamentonun daha az belirleyiciliğe sahip olduğu bir idari sisteme sahip. 1999’da kabul edilen Bolivarcı Anayasa bunu öngörüyor. Oluşturulduğu koşulların, yani Chavez’in iktidara geldiği günlerin gereği ile uyumlu olmakla birlikte, kapitalizm nesnelliği ve sömürü sürmekte iken iktidarın tek elde toplanmasının çeşitli riskleri her zaman bulunuyor.

Seçimlere, Halkçı Devrimci Alternatif (APR) listesinden Venezuela Komünist Partisi’nin adayları da katılıyor. Bu liste, ülkedeki çeşitli sol güçlerin, emek hareketlerinin, işçi-köylü temsilcilerinin bir araya gelip oluşturdukları bir liste. 

soL TV'deki Dünyanın Politikası programına konuk olan Venezuela Komünist Partisi Dış Büro Sorumlusu Carolus Wimmer, programda neden ayrı bir liste ile seçime katıldıklarını, listeyi nasıl ve kimlerden oluşturduklarını, neyi amaçladıklarını ayrıntılarıyla aktarıyor. Anlattıkları arasında en dikkat çekici olan, bu yazının da konusu olan ise, APR adaylarının Maduro hükümeti tarafından gördükleri siyasi baskı. Seçim kampanyası boyunca devlet televizyonunda bir dakika bile yer verilmeyen adaylar, bunun üstüne bir de sıklıkla vatana ihanet suçlamasıyla karşı karşıya kalıyor.

Kriz kimin krizi?

Venezuela’nın hâlâ en büyük zorluklarından biri dışa bağımlı ve çok kırılgan bir ekonomiye sahip olması. Petrole dayalı ekonominin yirmi yılı aşkın süredir başka üretimlerle çeşitlendirilmesi başarılamadı. Abluka ve dış ticaret yaptırımlarının ülkeyi bu kadar etkilemesinin nedeni de bu. Petrol başta olmak üzere belli bir kamusal mülkiyet söz konusu olsa da sonuçta Venezuela’da halen kapitalist -ya da karma diyebileceğimiz- bir ekonomi hâkim ve yaşanan kriz de kapitalizmin krizi olarak değerlendirilmeli. ‘Bolivarcı iktidar kendince bir sosyalizm yarattı ve o da tüm sosyalizmler gibi başarısızlığa mahkûmdu’ ifadesi kolaycılık ve düşmancıllık olmanın ötesinde yanlış da bir analiz olur. 

Emperyalizmin Latin Amerika’daki kaleleri düşürmek için taktikleri belli; ekonomik olarak boğmak, istihbaratını devreye sokmak, ülkedeki bütün siyasi hareketlerin içine infiltre olmak, ajan göndermek, orta sınıfları sağcılaştırmak, demokrasi vaazcılarını görevlendirmek, gericilerle işbirliği yapmak, yalan, rüşvet, tehdit, sabotaj… Venezuela’da eksiği yok, fazlası var. 

Oysa devleti sınıflar üstü bir yapı olarak görse ve Üçüncü Dünyacı bir yaklaşıma sahip olsa da James Petras’ın Allende Şili’si için yaptığı hatırlatma bir ölçüde burada da geçerli: Latin Amerika’da devrim niyeti bulunan toplumlar Küba örneğini takip etmeli ve olası bütün yabancı müdahale kanallarını kapatmalı. 

Kapılar kapatılmayınca

Venezuela’da ise bu kanallar hiçbir zaman kapatılmamış olduğu gibi, aslında 2019 darbesinden sonra Maduro’nun sıkça tekrarladığı diyalog çağrısı, bu kanalları tamamen açık değilse de aralık tutmaya yarıyor. Diyalog çağrısı dengeleri lehine gördüğü (özellikle ordu ve devlet bürokrasisinde) ve halkın gücünü yanında hissettiğinden, yani özgüveninden; anti-demokrat, otoriter, tek adam yaftalarına karşı kendini savunma ihtiyacından, müzakere alanını genişletme amacından, ya da bunların hepsinden ileri geliyor olabilir. Fakat ısrarlı diyalog çağrısının ve davranışının doğal sonucu ülkede karşıdevrimci odakların kendine daha fazla alan bulması olacak. Ayrıca muhalefetle kurulacak herhangi bir ortaklığın, iç işlerine daha fazla karışılması, nihayetinde “içeriden yıpranma” anlamına geleceğini göremiyor olamaz. Halkta ortaya çıkacak huzursuzluğun da yine aynı şekilde eninde sonunda kendisini yıpratacağını, Bolivarcıların iktidarda kalmasını zorlaştıracağını da tahmin ediyordur. Hele de muhalefet en çok buraya oynarken.

Sağla işbirliği yapan bir sol hareketin sağ tarafından manipüle edilmemesi, bağımsızlığını koruması, “kirlenmemesi”, yolsuzluk ve imtiyazlar ile mücadele etmesi imkansız. Ve tanıklık ettiğimiz Venezuela örneği de bir kez daha ispatlıyor ki hayatı şekillendirmekte sınıf mücadelesinin diyalektiği, diğer her şeyden üstün gelir. Chavez döneminden bu yana Bolivarcı sürecin başını çeken ekibin sınıfsal bileşiminde emekçilerin ağırlığında bir azalma var. Ülkede bir kısım zengin, bu yıllar boyunca zenginleşmeye devam etti, Maduro bu kesimlerle bağlar kurdu. Gelinen noktada ise ülkenin komünistlerini sansürlüyor, başka sol partilere “kayyum” atıyor.

Muhtemelen seçim sonrası da hükümetin siyasi yelpazede kendine göre solda kalanlara dönük yasal engellemeleri artıracağı bir dönem olacak. Havanın dönmekte olabileceğine dair şüphe uyandıran bir başka ipucu yine yakın zamanda kendini gösterdi: ABD resmiyette hâlâ Guaido’yu başkan olarak tanımakta ve diplomatik ilişkiler sıfır noktasındayken, Maduro Biden’a yeni görevi için “Hoş geldiniz, seçimleri Trump’a kaptırmadınız” diye kutlama gönderdi. Trump’ın ülkeye vahşice saldırmayı, kendisini de öldürtmeyi denemiş olması, yeni ABD başkanını böyle karşılamayı illa gerektirir mi? Elbette yalnızca bu jeste bakarak büyük anlamlar çıkarmamak; Venezuela ile ABD’nin yakınlaşması gibi bir beklentiye kendiliğinden varmamak gerek. Ama bu selamlamayı bir not olarak düşmeden de geçemiyorum.

Bir ihtimal daha yok mu?

Peki Maduro’nun elinde başka bir seçenek var mıydı? İngiltere altınlarına el koyar, ABD bankalarındaki hesapları bloke edilir, ülkenin en önemli ihraç kalemi ile bağlantılı CITGO petrol rafinerisinin operasyonları dondurulur, başka ülkelerle ticareti sınırlanırken… Halkı rahat ettirmenin başka hiçbir yolu olamaz mıydı?

Ne olursa olsun, hangi yolu seçerse seçsin ki burada en gerçekçi çıkış yolu Avrasya ekseniyle işbirliğini artırmak olarak beliriyor, atacağı adımlar arasında komünistlere sırt çevirmenin bulunması zorunlu değildi. Eski sendika lideri, içinden çıktığı sınıfın öncü aklına, yaratıcılığına, önereceği çözüm yollarına kulak verebilirdi. Maduro’nun emperyalizm karşısında kendisine en başta sahip çıkanları dışlaması kendisine ek bir yarar, prestij, ağırlık getirmeyecek. Sağla yapacağı her pazarlık, belki geçici bir nefes olanağı yaratacak; ama uluslararası alanda antiemperyalizmden gelen meşruiyetini, dahası ülke içinde halkın ona olan koşulsuz güvenini zayıflatacak bir etki yapacak. Burjuvaziyle kuracağı dostluktan Maduro şahsen belki kazançlı çıkabilir, bilemeyiz; her halükarda bu etkileşimin dönüştürücü bir etkisi mutlak olacaktır. Fakat emekçi halk asla kazançlı çıkmayacak. 

Pandemi ABD hegemonyasına bir kat daha bozucu etki yapmış, Bolivya’da emperyalizm en azından Başkanlık seçimleri dahilinde geriye doğru bir adım atmak zorunda kalmışken durup yeniden düşünmek gerekiyor.

Verili tabloda Maduro’nun başkanlığı ya da ablukaya karşı ülkedeki emperyalizm karşıtı güçlerin birliği konusunda Venezuela KP’nin taraf olduğu bir ayrılık söz konusu değil. Bugün yine sert bir darbe girişimi olsa, ülkeyi savunmak üzere en ön safta kanıyla canıyla mücadele edecek olan Venezuela’nın komünistleridir. Ancak ufuktaki darbe tehlikesi kısmen gerilemişken, belki de bazı tavizlerin alındığı, daha bağımlı bir Venezuela-ABD dengesi yeniden kuruluyor. Ve bu dengenin bedeli işçi sınıfına ödetilecek gibi görünüyor. 

Sonuçta bir ülkede sermaye birikiyorsa o ülkede sınıf karşıtlığı var demektir. Ekonominin canlılığının korunması için görülen tek yol sermayeye kaynak aktarmaksa, bu da eşitsizliklerin artışını ve sınıf karşıtlıklarının derinleşmesini beraberinde getirir. Devlet de bu karşıtlıkta hakim sınıfın elinde bir organdır ve buna göre işler. Sınıf karşıtlıklarının derinleştiği, yani irili ufaklı çatışmaların çıkar uyumsuzluklarının, şikayetlerin, öfkelenmelerin belirdiği, bunların güçle bastırıldığı yerde, komünist partinin safı bellidir, tartışmasızdır. Toprak ağalarının biti kanlanıyorsa yoksul çiftçinin isyanı da yeniden alevlenir. Spekülatörlerin, kara borsacıların kazandığı yerde kıtlık, açlık baş gösterir. Ve bu kavgada tarihin tekerini ileri çekmek, buna katkıda bulunmak üzere sınıfın safındadır komünist parti.

Bu anlamda Venezuela Komünist Partisi’nin yaptığı, emekçilerin bağımsız siyasi hattını korumak. Sınıf mücadelesinin bir aracı olarak, belki biraz da Sosyalist Parti’deki dostlarını, yoldaşlarını uyarmak için, seçimleri kullanmak. Kamu sektöründe, petrolde, iletişimde, köylü hareketi içerisinde sahip olduğu güçlü tabanının desteğiyle siyasi dengeleri değiştirmeye çalışmak. Bu girişim aynı zamanda tarihe bir not düşme niteliği de taşıyor.

Çünkü Venezuela’da yaşanan, halkın bunca direnişinden sonra, tarihin tatsız bir tekerrürü olmamalı. İşte tam bu noktada, Venezuela halkının dünyanın başka yerlerinde kolay bulunmayan, yirmi yıldır sınana sınana çelikleşmiş, diri politik bilincine güvenmek zorundayız. APR’yi seçimlere taşıyan bu bilinçtir, ve iyi ki vardır. Chavistaların barutu henüz tükenmedi, devrimin yolunu açacak olan yine onlardır.