Bir kez daha rejim savaşı üzerine

Türkiye’de yaşananların burjuva siyasetinin “makul” sınırlarının ötesine geçip “olağanüstü” bir nitelik taşır hale geldiği ve siyasal öznelerin pozisyonlarını bu olağanüstülüğü veri alarak belirlediği bir konjonktürdeyiz.

Toplu gözaltı ve tutuklamalarla, intiharlarla, kapalı kapılar ardındaki pazarlıklarla, ses kayıtlarıyla, şantaj kasetleriyle, görevden almalarla, devletin güvenlik aygıtı içerisindeki unsurların birbirlerine silah çekme aşamasına gelmeleriyle, yasa ve hatta anayasa değişiklikleriyle birlikte devam eden bu olağanüstü hal bir veri olarak kabul edilse de, bu halin nasıl tarif edilip anlaşılması gerektiğine dair tartışma ve belirsizlik devam ediyor.

Örneğin, mesele dış basında yazıldığı gibi ordunun başını çektiği laik elitlerle AKP-cemaat koalisyonunun başını çektiği İslami elitler arasında sürmekte olan kansız bir iç savaş olarak mı anlaşılmalı, yoksa Türkiye’deki liberal-muhafazakâr entelektüellerin iddia ettiği gibi statükoya karşı verilen bir demokrasi ve normalleşme mücadelesi ile mi karşı karşıyayız? Ya da mesele AKP ile ordu ve yargı arasındaki bir kurumlar arası çatışmadan mı ibaret?

Olan biteni anlayabilmek açısından bu soruları ve bunlara verilecek yanıtları kapsayarak aşabilecek bir modele, mücadelenin nedenini, taraflarını ve tarafların üzerine mücadele ettikleri değerleri ortaya koyan bir modele ihtiyacımız bulunduğunu düşünüyorum.

Geçen haftaki yazımda da belirttiğim üzere mücadeleyi bir rejim savaşı olarak okumamız mümkün görünüyor. Bunu, 1923, yani birinci cumhuriyet paradigmasıyla ve bu cumhuriyetin değerleriyle, ikinci cumhuriyet paradigması ve bu cumhuriyetin değerleri arasındaki bir mücadele olarak kavramsallaştırabiliriz. 1990’ların başından itibaren birinci cumhuriyetin miadını doldurduğunu ve liberal demokrasi eksenli yeni bir cumhuriyet kurulması gerektiğini iddia eden liberal entelektüellerle, birinci cumhuriyetin laikliği ve modernleşmeciliği ile hep problemli olmuş muhafazakâr entelektüellerin düşünsel bir koalisyonu ile ortaya çıkan ikinci cumhuriyet fikri, AKP iktidarı ile birlikte kendisine siyasal bir zemin buluyor, sahip olduğu ideolojik aygıtlar aracılığıyla da düşünsel hegemonyasını kuvvetlendiriyor.

Jakobenizm, vesayetçilik, otoriterlik, militarizm gibi kavramlar üzerinden tanımlanan birinci cumhuriyetin, yani eski rejimin karşısına, liberal, demokrat ve sivil olduğu iddia edilen yeni bir cumhuriyet, yani yeni bir rejim tasarımıyla çıkılıyor. Böylelikle Ergenekon operasyonundan Kürt ve Alevi açılımlarına kadar bütün bir AKP icraatı, yeni rejime giden yoldaki birer kilometre taşı olarak görülüyor ve icraatların meşruluğu bunun üzerinden yeniden ve yeniden üretiliyor. Aynı şekilde kaymakamlıktan cumhurbaşkanlığına, Dışişleri’nden üniversiteye kadar devlet içerisindeki bütün makam ve kurumlar yeni rejimin bekası adına ele geçiriliyor ve buralara yeni rejime uygun, yani liberalizmle muhafazakârlığı kendi şahsında sentezlemeyi başarmış isimler getiriliyor.

Söz konusu rejim değişikliğini uluslararası bağlamından kopararak anlamak ise mümkün görünmüyor. 2.Dünya Savaşı sonrası kendisini anti-Sovyetizm ve sosyalizm düşmanlığı üzerinden uluslararası sisteme eklemleyen ve böylelikle İslamizasyon/sağcılaşma sürecini başlatan Türkiye egemen sınıfı açısından bakıldığında, 2000’li/AKP’li yıllar, Sovyetler Birliği’nin yıkılışı sonrası yaşanan belirsizliğin ardından Türkiye’yi uluslararası sisteme liberal ve muhafazakâr bir ikinci cumhuriyet projesi ile dâhil etme fırsatı anlamına geliyor.

Söz konusu rejim mücadelesinin tarafları olarak AKP-cemaat koalisyonu ile orduyu görmek gerçekçi bir bakış açısını yansıtmıyor. Çünkü AKP ile ordu arasında, özellikle kurmay kademesi nezdinde, gerilimli niteliğini göz ardı etmemek kaydıyla bir mutabakat olduğunu belirtmek gerekiyor yani rejimden rejime geçiş ordunun da dâhil olduğu bir süreç olarak şekilleniyor. O halde tarafları 1923 paradigmasını savunan birinci cumhuriyetçilerle bu paradigmanın karşısına liberalizmle muhafazakarlığın sentezinden müteşekkil bir paradigma koyan ikinci cumhuriyetçiler olarak tarif etmek gerekiyor. Taraflar böyle tarif edildiğinde, AKP-ordu geriliminden ya da kurumlar arası çatışmadan değil, devlet içerisindeki eski rejim yanlıları ile yeni rejim yanlıları arasındaki bir mücadeleden söz etmek mümkün hale gelebiliyor. Böylelikle neden ordunun ya da yargının bütününe değil, ordu ya da yargı içerisindeki birtakım unsurlara yönelik bir tasfiye operasyonu ile karşı karşıya olduğumuzu anlayabiliyoruz, o unsurları ise yeni rejim inşasına karşı duran birinci cumhuriyetçiler olarak adlandırabiliyoruz. Taraflar arasında bir güç dengesinin olmaması ise ortada bir savaş olmadığı anlamına gelmiyor çünkü savaşlar imha savaşı niteliği de taşıyabiliyor ve birinci cumhuriyetçilerin devlet içerisindeki gücünün bütünüyle imha edilmek istendiğini görebiliyoruz.

Rejim mücadelesinin sokakta bir karşılığı bulunmuyor gibi görünüyor. Ancak mücadeleyi 2007 yılına ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar geri götürdüğümüzde, birinci cumhuriyetçi kitlelerin kendilerini Cumhuriyet Mitingleri aracılığıyla ifade ettiğini söyleyebiliyoruz. Yeni anayasa talebiyle 2008 yılından itibaren alanlara çıkan Ortak Akıl Hareketi ya da Darbelere Karşı Yetmiş Milyon Adım Koalisyonu ise liberal-muhafazakâr ikinci cumhuriyetçiliğin sokaktaki yansıması olarak tezahür ediyor. Şimdilerde ise mücadele neredeyse bütünüyle kitleler olmaksızın ve elitler arasında icra ediliyor, sokağın tamamen devre dışı kaldığını söylemek için ise henüz erken görünüyor.

Yaşananın bir rejim savaşı ve tarafların da bu rejimlerin elitleri olması beraberinde savaşın hangi değerler üzerine yapıldığı sorusunu da getiriyor. İkinci cumhuriyetçiler, eski rejimi kapitalist olduğu ya da emperyalizmle işbirliğine girmekten çekinmediği için reddediyor değiller eski rejimde esas olarak reddettikleri onun kamuculuk, aydınlanma, bağımsızlık gibi sol ile ilişkilenme şansı olan değerleri. İşte bu nedenle de özelleştirme yanlısı olmadan, tarikatları sivil toplum örgütü olarak değerlendirmeden ve anti-emperyalizmi modası geçmiş bir akım olarak görmeden ikinci cumhuriyetçi olunamıyor. İşte bu nedenle ikinci cumhuriyetçi liberaller ve muhafazakârlar hak eksenli ve yurttaşlık temelli bir demokrasi fikrine dahi tahammül edemiyorlar.

Bu noktada 1923 paradigmasının da bundan çok farklı olmadığı iddia edilebilir. Doğrudur 1923 yönünü kapitalizme dönmüştür, 1923 işçi sınıfını, Kürtleri ve Alevileri baskılamayı ve dışlamayı tercih etmiştir. Ama 1923 aynı zamanda tebaadan yurttaşa, dinsel bir hukuk anlayışından seküler bir hukuk anlayışına, tarım toplumundan sanayileşmeye geçiş anlamına da gelmektedir ve 1923’ün değerleri sol için bir çıkış noktası olabilme niteliğini taşımıştır. Örnek olsun, 1960’lar ve 70’ler boyunca Türkiye toplumu hızlı bir şekilde solculaştıysa ve örneğin bürokrasi içerisindeki kimi unsurlar Doğan Avcıoğlu ve Yön çizgisini kolaylıkla benimseyebildiyse bunda birinci cumhuriyetin de büyük payı bulunmaktadır. Bugün dahi sol toplumsal tabanını birinci cumhuriyet paradigması ile varoluşsal bir kavgası olmayan kesimler içerisinde bulmaktadır.

Yaşanan rejim savaşında sol tarafsızlığı tercih edemez ama taraf olmak demek darbeye karşı yetmiş milyon adım atmak ya da generallere sahip çıkmak demek değildir yani sol, statükoyu ortadan kaldırıyor diye yeni rejim inşasına omuz veremez ya da yeni rejim inşasına eski rejimi savunarak karşı duramaz. Fakat sol, birinci cumhuriyetin ve onun değerlerinin kendisine açtığı siyasal zemini fark etmeli, o değerlerin nasıl ileri taşınıp eşit ve özgür bir dünya mücadelesine eklemlenebileceğini düşünmelidir, bu ise cumhuriyetçiliği söylemine dâhil eden bir sol anlamına gelir. Aynı şekilde sol, ikinci cumhuriyetin ya da yeni rejimin fabrika ile cami arasında gidip gelen bir işçi sınıfını, Barzanici ve Fethullahçı bir Kürt hareketini ve liberalizmle terbiye edilmiş bir Aleviliği istediğini, bunun ise birinci cumhuriyete göre çok daha geri bir pozisyon anlamına geldiğini unutmamalıdır. Yeni rejimin bütün kurumlarıyla yerleşmesi ve düzenin oturması, solun varoluş zemininin bütünüyle ortadan kalkması anlamına gelecektir. Bu nedenle de temel mesele solun söz konusu yeni rejimin karşısına nasıl bir siyasal/toplumsal proje ile çıkacağı ve projeye birinci cumhuriyetten hangi unsurları eklemleyebileceği meselesidir.