Kendi başına süreklilik, gelişmenin güvencesi değil, bir evreden sonra, engelleyicisidir. O evrede, gelişmenin ayak bağı durumuna gelmiş süreklilikten bir kopuş gerekir.

Süreklilik ile kopuşun diyalektiği

Paris Komünü, 1871 ilkbaharında ortaya çıkıp sadece 73 gün sürebilmiş ve modern tarihin ilk proletarya iktidarı olarak kayıtlara geçmiştir. Bütün dünya devrimcileri için bir tür dokunulmazlık, “kutsallık” kazanmış olan Komün ile 46 yıl sonraki Ekim Devrimi arasındaki bağlardan biriyle ilgili, pek çoğumuzun yazarken, konuşurken yinelemekten hoşlandığı bir rivayet vardır; rivayet dediysem, aslı astarı olmayan bir söylenti değildir. Buna karşılık, güvenilir kaynakları belirtilerek doğruluğu, yaşanmışlığı gösterilmeye çalışılmaz. Ben de öyle yapacağım şimdi. Aslolan bu olayın, baş kahramanı, zamanı, yeri bakımından kesinlikle gerçekleşebilir oluşudur çünkü. Bir de, bu yazı buradan yola çıkarak başka yerlere gidecektir.

Anlatıldığına göre, Lenin, Sovyet iktidarının Komün’den bir gün fazla yaşadığı kesinleştiğinde, o sabah ya da öğle vakti, her neyse, bunun sevinciyle, karlar üstünde yürürken birden neşe içinde dans etmeye başlamış. O sırada kendisiyle birlikte yürüyenlerin yalancısıyız. Ortada bir yalan ve yalancılık da yoktur; çünkü, anlatılan, anlatanın üslubuna göre farklılık göstermekle birlikte, gerçekliğe aykırılık taşımamaktadır. 

Sovyet iktidarı, Komün’ün ömrünü çok aşmakla kalmamış, Avrupa’lı emperyalist devletlerin saldırılarıyla desteklenen iç savaşı zaferle kapatmış, kapitalizm tarihinin en büyük bunalımını yaşarken sosyalist ekonominin temellerini atarak emekçilerin sefaletini sonlandırmış, emperyalist dünyanın ürünü faşizmin azgın saldırısını durdurup bütün Avrupa’yı kurtarmış, üretici güçlerin gelişmesinin bir göstergesi olarak uzayın fethine çıkmış, yeryüzünün üçte ikisinin emperyalist-kapitalist dünyanın egemenliğinden tümüyle ya da kısmen kurtarılmasını başarmıştır.

Bütün bunlar, nereden bakılsa, yarım yüzyılı pek aşmayan bir zaman dilimine sığdırılmıştır.

Buna karşılık, Sovyet iktidarı 70. Yaşını doldurduğunda, onun açtığı yolda ortaya çıkan ve ne zamandır çürümüş dünyanın karşısında yepyeni bir dünya sistemi olarak tanımlanan sosyalizm bir yandan genişlemesini durdurmuş öte yandan kendi içinde parçalanmış durumdaydı. Üstelik, yarım yüzyıl boyunca kendisini yok etmek için hiçbir saldırganlıktan çekinmemiş o köhne dünyada örnek alabileceği birçok “şey” bulma eğilimleri, açık açık ve tam da bu sözlerle “saldırgan olmayan bir emperyalizm” varsayımları ve dolayısıyla “insanlığın geleceği” için onunla işbirliği imkânlarını arama yaklaşımları alabildiğine çoğalmaya başlamıştı.

Yazının başlığı, çok kısaca, burada devreye girebilir.

Süreklilik ve kopuş, gelişmenin iki vazgeçilmez öğesidir. Süreklilik olmadan gelişmenin koşulları oluşup olgunlaşmaz. Buna karşılık, kendi başına süreklilik, gelişmenin güvencesi değil, bir evreden sonra, engelleyicisidir. Hangisi olduğu ancak pratikte anlaşılabilecek o evrede, gelişmenin ayak bağı durumuna gelmiş süreklilikten bir kopuş gerekir. Bunun ne kadar esaslı bir kopuş olacağı da yine pratikte ortaya çıkar. Hepsi birden yinelendikçe, yasaların formüle edilmesi ve pratikte el yordamıyla yürümenin önlenmesi mümkün duruma gelir.

Bunları aklıma düşüren, Temmuz ayının ilk haftasında Atina’da yapılan ve dört komünist partinin temsilcilerinin katıldığı toplantı oldu. Daha doğrusu, Kemal Okuyan’ın orada yaptığı ve tam metni 8 Temmuz günü soL’da yayımlanan konuşma. KKE’nin ev sahipliğinde Yunanistan, Türkiye, İspanya ve Meksika partilerinden üst düzey temsilcilerin katıldığı dörtlü toplantıda, Kemal’in konuşması, bence bütünüyle çok önemliydi. Ama en önemlisi aşağıya aldığım paragraf, özellikle de onun son cümlesi idi:

“Soğuk Savaş ve detant (yumuşama) dönemlerindeki durgunluğun bir ürünü olan strateji eksikliği, komünistleri artık önemli bir aktör olmaktan çıkardı. Özellikle Avrupa'da İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yapılan tercihlerden ve alınan pozisyonlardan mutlak bir kopuş zorunludur. Sosyalist devrimi erteleyen herhangi bir stratejinin strateji eksikliği anlamına geldiği kabul edilmelidir.

Bu düşüncenin bizim ülkemiz ve devrimci hareketimiz için çok yeni ve/veya şaşırtıcı olduğu söylenemez belki. Dolayısıyla, birçoğumuzun pek dikkatini çekmemiş de olabilir. Ama bu açıklıkta ve keskinlikte dile getirilmesi, dünyadaki komünist, devrimci, sosyalist partiler için şaşırtıcı, hatta irkiltici gelmiştir, sanıyorum. Hele şimdilerde. Bu tahminim doğruysa, çok iyi olmuş demektir.

Hem çok iyi olmuş hem de orada söylenenlerin geliştirilip yaygınlaştırılması ihtiyacı doğmuştur. 

Not: Sultan Süleyman’ı bir yana bırakalım da Muhibbi’nin çok bilinen dizesini bir gün her ölümlü söyleyecektir herhalde: “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi”. Önümüzdeki haftalarda buradaki yazılarımız düzensizleşecek gibi görünüyor. Umarım, uzun sürmez.