Mücadele sürdükçe, sosyalizm olmadan hiçbir iyiliğin kalıcı olmayacağı, hiçbir kötülüğün de kökünün kazınamayacağı anlaşılıyor.

Sosyalizm olmadan olmaz

Ne olmaz? Kurtuluş olmaz. Bütün alçaklıklardan, kötüden daha az kötüye giderek devam edelim, rezilliklerden, iliğine kadar sömürülmekten, yok yoksul sürünmekten, bin türlü baskı altında ezilmekten, hepsini toparlayarak, çok eskimiş de olsa söyleyelim, ne kadar musibet varsa ondan, Türkçeden şaşmayalım diyecek olursak, kötülükten, onun her türlüsünden kurtuluş olmaz. 

Kötüden daha az kötüye giderek dedikten sonra yazılanlardan hangisinin daha kötü olduğu “ulema beyninde ihtilafa” yol açabilir. Benzer bir ihtilaf, bunlardan aşağı kalmayan daha pek çok kötülüğün eksik bırakıldığı konusunda da çıkabilir; üstelik, sadece kendisini bilgin sananların değil, öyle bir iddiası olmayanların aklında da belirebilir. Öyleyse, kötülükleri eksiksiz sayıp döküp bir de derecelerine göre sıraya koymaktan vazgeçerek devam etmek en iyisidir. 

Peki, girişin bu bölümünü tümden silip yeniden yazamaz mıydık? Bu da mümkündü ama, o zaman, kötülüklerin çokluğunu ve onlar arasında bir sıralama yapmanın sakıncasını öne çıkarmak daha zor olabilirdi. Oysa, muradımız, bir yandan, kötülüklerin sayılamayacak kadar çok olduğunu anlatırken, bir yandan da onlar arasında bir tercih sıralaması yapmanın yanlışlığını vurgulamaktı. O eski ve çok bilinen deyişle, “ehveni şer şerlerin en kötüsüdür” demekti. Kötünün iyisi olur mu? Burada belirtilen ve unutulup atlanan  kötülüklerin içinde daha az kötü olanını aramaktan  kötüsü ne olabilir?

Olmasına olamaz da, halkımızın bu tür durumlar için söyleyegeldiğini yinelersek, “kaderin bir cilvesi” denebilir: Kötünün iyisine ya da kötünün daha az kötüsüne razı olmakla geçmiştir ömrümüz. 

Kimin ömrü ya da “ömrümüz” derken biz kim oluyoruz? İnsanlık dersek, çok yanlış sayılmaz. Ama emekçi insanlık diye açıklık getirirsek, yaşamak için emeğinden başka gücü olmayan çok büyük kitleyi ayırt edersek, en yanıltıcı anlam karışıklığının önüne geçmiş oluruz. Üstelik, böyle yapmakla, ilkinde var olan “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” yanılsamasından uzaklaşabiliriz. Geçerken eklenebilir, bu “kaynaşmış kitle” metaforu, 1923 cumhuriyetimizin bizi kendisinden uzaklaştıran başlıca ideolojik katılıklar arasında yer alır, biliyoruz.

Artık yıkılmış olduğuna göre cumhuriyetin ideolojisini bırakıp emekçi insanlığın kaderine dönmekte yarar var, ama çok fazla arabesk yük taşıyan bu sözcük yerine yazgısına diyelim. 

Orada gördüklerimizden biri sömürüdür; bugün tanık olduğumuzdan ve yaşadığımızdan daha farklı biçimlerdeki sömürü. Dolayısıyla, insanlık tarihindeki mücadeleler hep bir ucundan bu olguya dayanmış ya da dokunmuştur. Yüzyıllardır böyledir. Monsieur Jourdain’in durumuna benzer bir bakıma: O kibarlık budalası nasıl her gün sabahtan akşama kadar nesir konuşup nesrin ne olduğunu bilmemişse, emekçi insanlık da yüzyıllarca sömürüye karşı mücadele edip adını koyamamış, özünü tam olarak kavrayamamıştır. Adlı adınca anlayıp kavraması, olup olacağı iki yüzyıllık iştir. Bu kavrayışın sağladığı güçle, çok eskilerden devredilmişleriyle birlikte en çağdaş biçimine karşı savaşın kazanılması ise, altı üstü, bir yüzyıl kadar geçmişe gider. Buna karşılık, binlerce yıllık bir savaşın sonunda kazanılan zafer, daha başlangıç anları yaşanırken, aynı yüzyılın içinde yok olmuştur. Biz ona geçici olarak geri çekilme ya da şimdilik sahneyi terk etme türünden hoş görünen adlandırmalar yakıştırıyor olsak da emekçi insanlık zaferine sahip çıkamamış, onu ileriye götürememiş ve içeriden dışarıdan saldırılarla boğulmasına engel olamamıştır. 

İnsanlığın küçük bir bölümünü oluşturan sömürücüler, binlerce yıldır sömürdükleri ana kitleyi, emekçi insanlığı bir kez daha, üstelik de bu kez ağır bir yenilginin altından kalkarak yenmişlerdir.

Kuşkusuz mutlak, olup bitmiş, noktası konmuş olmasa da böyle bir sonun etkileri kolayca giderilemez. Ama emekçi insanlık sosyalizmin yokluğunda nelerin olabildiğini gördü; o yok oluşa seyir bakmanın bedelini ödedi, hâlâ da ödemeye devam ediyor. Geçen her günde daha nelerin olabileceğini görüyor, yaşıyor. Gökyüzünde, yeryüzünde, yeraltında… Kazanıp yitirdiklerinde, yitirip unuttuklarında, unutmayıp yeniden kurguladıklarında… Yangınlarda, taşkınlarda, salgınlarda, savaşlarda… Acından ölmüş bebelerinde, alnından vurulmuş kadınlarında, koyun gibi sürüye katılışlarında…

Bütün bunlar sürüp giderken emekçi insanlığın sosyalizmi yeniden sahnenin merkezine yerleştireceği bellidir. Henüz belli olmayan, bunun yeri ve zamanıdır. 

Hepsinin önkoşulu ise mücadeledir. Mücadele sürdükçe, sosyalizm olmadan hiçbir iyiliğin kalıcı olmayacağı, hiçbir kötülüğün de kökünün kazınamayacağı anlaşılıyor. Gittikçe daha yaygın olarak ve daha köklü biçimde  anlaşılacaktır. Her gün, her yerde ve anlaması gereken herkesçe…   

Arkadaşım Nazif Ekzen aramızdan göçtü. Yetmişli yılların ikinci yarısındaydık, gençtik daha. Önce Yürüyüş dergisinde ağabeyiyle paylaşarak kullandığı Hüseyin Mertoğlu imzasını taşıyan yazılarıyla, daha sonra “karşı plan” çalışmamız sırasında birlikte olmuştuk. Her ikisi de benim için unutulmayacak, güzel işlerdi. Onun için de öyle olduğundan kuşkum yok. Ne yazık, birer ikişer eksiliyoruz. Doğanın belki de en acıtıcı kuralıdır. Eksilenlerin yeri boş kalmadıkça, olsun varsın, katlanılır.