İki konuda ısrarla ricacı oluyorlar. Birincisi sabredin, bekleyin; ikincisi, sakın ola ki sokağa mokağa dökülüp de bu iktidarın ekmeğine yağ sürelim demeyin...

Sahte kolaylık

“Diyelim, bugünkü iktidar ile muhalefet, (…) kısa bir süre sonra, yer değiştirdi. Ne yapacağını, neye bel bağlayacağını, en ilkel ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağını bilemez duruma gelmiş geniş emekçi yığınlar için değişen ne olacak? Hiç, dememek için, köklü çözümlerin uzağında birkaç şey, denebilir belki. Soluk aldırabilir gibi görünen bazı vaatler zaman zaman ileri sürülebiliyor. Peki, art arda birkaç soru sorulduğunda, bunların burjuva politikacılarının tarihlerindeki “Ankara’ya deniz getireceğiz” türü mizah konusu vaatlerden daha inandırıcı olduğu söylenebiliyor mu? Hayır. Kendi düzenlerinin mantığı içinde biraz daha yapılabilir görünenlerin arkasında az çok güvenilir bir dayanak bulunabiliyor mu? Yine hayır. 

Birincisi bu.

İkincisi, ne zamandır geliyor, gelecek, az kaldı denilenin emekçi halk açısından asıl önemi, sadece çok uzun sürmüş bugünkü iktidarın değil, çok daha uzun sürmüş düzenin kendisinin de barutunu tükettiğinin her zamankinden daha büyük bir açıklıkla ortaya çıkışı olabilecektir. Bu tükenmişliğin bugünkünden daha yaygın biçimde anlaşılması kolaylaşacaktır. Böyle bir durumun toplumsal mücadelede benzeri az görülmüş, belki de hiç görülmemiş bir yükselişe yol açmasını beklemekse, nesnel göstergelerin desteklediği ve yakın gelecekte yeni göstergelerin de ortaya çıkabileceği bir öngörü olsa gerektir.”

Bu satırları yazmamın üzerinden altı aydan biraz daha uzun bir süre geçmiş. Ama virgülüne dokunmadan yinelerken geçerlilik bakımından herhangi bir eksilme olmadığı kolayca görülebiliyor. Oysa, ne çok şey olup bitti; olup bitecekler de ayrı. Her biri ayrı ayrı ele alındığında, bir altı ay sonrasına ilişkin olarak o satırlarda değinilen öngörülerde esaslı denebilecek değişikliklerin ortaya çıkması beklenirdi. Olmadı öyle değişiklikler.

Doğru, çok uzun sürmüş bir iktidardan kurtulma kaygısı çok fazla öne çıkmış durumda. Belleğimde yanlış kalmadıysa, acar gazeteci Barış Terkoğlu’nun buluşu olan anlatımla, Erdoğan ile yönetiminden kurtulmak isteyenler partisi olarak tanımlanabilecek bir parti doğmuş ve büyüklük sıralamasında açık ara birinciliğe yerleşmiş durumda. Kalabalık açısından en büyük olmakla birlikte kendisini yaratan karşıtını yenebilecek gücün çok uzağında, hatta o güce ulaşmak isteyip istemediği bile belli olmayan bir parti bu.

Böyle olması, altı ay öncesinden aktardığım yukarıdaki öngörülerden ilkinin geçerliliğini pekiştiriyor. Gerçekten de yok yoksul emekçi kitlelerin yirmi yıldır canına okumuş bir iktidarın, ondan farklı olacağını yemin billah tekrar etmekten başka güvence veremeyen bir başkasıyla yer değiştirebilecek olması, herhangi bir umut  vaat etmiyor. Bunun nedenleri üzerinde uzun uzun söz söylemeye de gerek yok ne yazık ki; çünkü, ikisi arasındaki farklar, ikincisinin büyük ölçüde ilkinin bileşimindeki kişiliklerden farksız olmasıyla önemsizleşiyor. Hemen hemen aynı kişilikler demekte bir abartı yok; yirmi yılın çok önemli bölümlerinde birinci derecede sorumluluk almış siyasetçiler, halkımızın çaresizliğine son vereceği öne sürülen ittifakın içinde ve en görünür biçimde yerlerini almış durumdalar. Başbakanlıktan, dış işleri bakanlığından, ekonomi bakanlığından geliyorlar. Üstelik, o zaman yapıp ettikleriyle ilgili herhangi bir günah çıkarmalarına da tanık olunmuyor. Onlara kucak açanlar da böyle bir talepte bulunmak şöyle dursun, onların geçmiş “başarılarını” halkın yakın gelecekteki kurtuluşu olarak ileri sürdükleri kendi başarılarının güvencesi olarak görüyorlar. Türkiye burjuvazisinin gelmiş geçmiş pek çok  siyasetçisinin bilinen nakaratı işte: “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır.” Yalnız, şimdiki teminat biraz değişiklik gösteriyor: Yapılacakların teminatı sayılan işleri yapmış olanlar kendileri değil, yapmış olanları kendi ittifaklarına transfer ettiler. Eh, bu da bir “şey”dir, küçümsenmemeli! 

O kadarla da kalmıyorlar. İç kaynak zaten hazır, beşli çete var, dedikten sonra kapitalist dünyanın büyük merkezlerini dolaşıp kendi kuracakları “demokrasiye boğulmuş ve temizlenmiş” Türkiye’nin dış kaynak ihtiyacını da çözüveriyorlar. Uzatmadan, Ergin Yıldızoğlu’nun 8 Aralık günlü Cumhuriyet gazetesindeki yerinde hatırlatmasını aktaralım:

“Dış kaynak (sermaye) demokratik ve temiz olduğunuz için değil, değerlenme koşullarını sunabildiğiniz oranda gelir. Değerlenme ülke içinde üretilen artık-değerden (…) beslenir. Vizyon belgesinin bu iddiası, aslında, tüm kaynakları uluslararası sermayenin kullanımına açma vaadidir.”

Bunları bilmeyen, bilmiyorsa yaşayarak öğrenmeyen kalmış mıdır? Kalmışsa bile, ihmal edilebilir düzeyde olsa gerektir. Öyleyse, şu sahte kolaylık konusuna gelmenin zamanıdır artık.

Kolaylık dediğim, yirmi yılı aşkın baskı ve yoksullaştırma döneminin sona erdirilmesi ile ilgili. Kendileri de tümüyle düzen içinde olan ve düzen içinde kalınarak bu son verme işinin gerçekleştirileceğini vaat edenler, bu kadarla da kalmıyor ve bu işin pek de kolay yapılabileceğini kimi zaman açık açık kimi zaman örtülü olarak dile getiriyorlar. Zamanı gelince, diyorlar, o zaman artık çok yaklaştı diye de ekliyorlar, sandığa gidip oyunuzu verecek, böylece onca zamandır çektiğiniz sıkıntıları bitireceksiniz. O arada, bu kadar da kolay olmayacağını, sandıklara sahip çıkmak gerektiğini de ekledikleri olmuyor değil. Ayrıca, buna benzer ek görevleri de hatırlattıkları oluyor. Yine de, çantada keklik gördükleri olsun yeni peşlerine düştükleri için en çok suyuna gittikleri olsun eski yeni bütün seçmenlerine öyle ürkütücü işler yüklemekten bucak bucak kaçıyorlar.
Kaçınıyorlar, ama iki konuda ısrarla ricacı oluyorlar. Ricacı olmak sözün gelişi, ricanın ötesinde yalvar yakar oldukları görülüyor. Birincisi sabredin, bekleyin; ikincisi, sakın ola ki sokağa mokağa dökülüp de bu iktidarın ekmeğine yağ sürelim demeyin. Biz gerekeni yaparız. Hiç merak etmeyin. Ayrıca, sabredip beklemek hiçbir iş yapmamak anlamına gelmez ki! Örnek mi, düzgün ve kesinlikle geçersiz sayılamayacak oy atma alıştırmaları yapabilirsiniz o zamana kadar. Evet mührü dışarı taşırılmadan nasıl basılacak, oy pusulası nasıl düzgünce katlanıp zarfa yerleştirilecek, pusulanın ve zarfın çift damgalı olup olmadığı nasıl kontrol edilecek… Uzatmayalım, daha ne incelikler var! Bunların alıştırmasını yapa yapa ustalaşmak kolay mı?

Gırgırı bir yana bırakarak sürdürelim. 

Aralarında bazı yapılabilir görünenlerin de bulunduğu ipe sapa gelmez vaatler vermek ve seçmen kitlelerini kolayca ulaşılabilecek kurtuluş hedefleri göstererek avlamak, sadece bizim ülkemizde değil, kimi zaman biraz daha incelmiş biçimleriyle, bütün demokrasilerde geçerli bir yaklaşımdır. Buna karşılık, demokrasi değil, emekçi halkın yönetimi için mücadele eden siyasetçiler ile siyasal partilerde halkın karşısına geçilip vaatler verilmez; siz işinize bakın, tasalanmayın, biz sorunları çözeceğiz, engelleri aşacağız, siz de rahata ereceksiniz, denmez. Birlikte mücadele ederek, neleri yapıp neleri yapmayacağımıza birlikte karar vererek engelleri birlikte aşacağız, bunları yaparken de birlikte çaba göstereceğiz, yorulacağız, çok zorlandığımız olacak, ama ortaklaşa belirlediğimiz hedeflere birlikte ulaşacağız, denir.

Peki, şöyle bir tahminde bulunmak mümkün değil mi? Onca olup bitene ve daha da olacaklara karşın “mutlu son” dedikleri gerçekleşirse, en geç altı ay sonra başlamak üzere, yüksek olasılıkla, birbirini besleyen iki sonuç ortaya çıkacak: Bir yanda, esas olarak düzenin sınırları içinde kalınması nedeniyle, belki birkaç konudaki iyileşme dışında, kurtuluş vaatlerinin fos çıktığını emekçi halk yaşayarak görecek ve büyük bir hayal kırıklığı ortaya çıkacak. Öte yanda, bu işin böyle olmayacağı inancı biraz daha yaygınlaşacak. İlkinin enikonu yıkıcı bir etkiye yol açması, ikincisinin ise doğru değerlendirilmek koşuluyla yeni imkânlar yaratması beklenir.

Şimdi, bunları belirtmek kötümserlik midir gerçekçilik mi? Umutsuzluk ve yılgınlık yaratmaktan kaçınma düşüncesiyle, dayanaksız olup olmadığına bakmadan son derece iyimser bir havayı alabildiğine yaygınlaştırmak mı gerekir?