Arkadaşım da, benim gibi, emekliye ayrılalı çok olmuştu. Bak hocam, diye sözü aldı bir ara, cümle alemin en 'parlak' deyip durduğu bir üniversiteyi bitirdik...

İstatistikleri boş ver, başına gelene bak

Hiç uzatmadan söylenebilir. İstatistik tutulur, derlenir, toplanır; bunlara benzer sözcüklerle anlatılan eylemler gerektirir öncelikle. Bu eylemlerin nasıl yapılacağının belirli bilimsel kuralları vardır kuşkusuz. Onlara en az düzeyde de olsa uyulması gerekir; “zevahiri kurtarmak” diye bilinen eski deyimin anlattığı gibi, gerekeni yapmış olma görüntüsü vermek için…  Ama işte oraya kadar. Derlenip toplanıp sergilenen istatistikler, birtakım amaçlarla kullanılır. Bu amaçlar sonsuz denebilecek kadar çeşitlilik gösterir. Uyulması gereken bilimsel kuralların nesnelliği ve yansızlığı o amaç çeşitliliği için söz konusu değildir ya da her zaman değildir; zaman zaman, hatta sık sık o sayıları derleyip toplayıp açıklayan insanların, onların oluşturdukları toplulukların ve sınıfların çıkarları ağır basar. Böylece, adı geçen kurallara uyum sağlanmaya belli bir özen gösterilerek, kimi zaman öyle bir özen büsbütün bir yana bırakılarak üretilmiş istatistikler ortaya çıkar, sadece ortaya çıkmakla kalmaz, aslında belli sınıf ve kesimlerin çıkarlarını kollayan bir yığın sayı her yanı kaplar.

Sözün kısası, hangi istatistikler ne zaman ve nasıl derlenecek, hangileri hiç toplanmayacak, derlenip toplananların hangileri, nasıl ve ne zaman herkesin bilgisine sunulacak, hangileri çarpıtılacak ya da gizlenecek, bütün bunlar, haydi eski alışkanlığa uyarak ekleyelim, son çözümlemede, toplumsal sınıflardan bağımsız değildir. Onların aralarındaki mücadeleleri ve göreli güçleri ile, buradan kaynaklanan eski/yeni tutumları, davranışları, alışkanlıkları ile bağlantılıdır. 

Bütün bunların güvenirliğini, daha doğrusu, güvenilmezliğini anlatan bir söz vardır. Bilenler bilir. Hani şu, yalanlar üçe ayrılır, diye başlayan. 

O sözü biraz ayrıntılandırarak yineleyecek olursak, şöyle sürdürebiliriz.

Yalanın en hafifine, en bağışlanabilir olanına yalan denir. Herhangi bir ekleme yapmadan, sözcüğün yalın söylenişiyle: yalan. Bunu herkes söyler ve sadece bu kadarı, söyleyeni kötü insan yapmaz. Yalanın bu türünde söyleyenin kötülüğünü göstermesi için başka insanların kötülüğüne yol açıp açmadığına, bir de söyleniş sıklığına bakmanın kabul edilebilir ölçütler olduğunu düşünebiliriz.

Yalanın daha ağır olanına kuyruklu yalan denir. Buradaki kuyruk, ilkiyle ayırt etme kolaylığı sağlansın diye eklenmiş olsa gerektir.

En ağır yalana gelince, bunun öbür adı istatistiktir. Bizim ülkemizde oldukça uzun zamandır en canlı, en inandırıcı kanıtları sunulmaktadır. Yalanın istatistik adıyla da anılan en ağırı, doğal olarak, öteki iki türünün yol açtıklarına oranla çok daha yıkıcı ve çok daha yaygın zararlara yol açar.

Okurların en azından bir bölümü için hiç de yenilik taşımayan bu satırları yazmamı kışkırtan, çok eski bir arkadaşımla birkaç gün önce yaptığımız bir söyleşi oldu.

Bir zamanlar içtiğimiz su ayrı gitmezdi. Aynı okullarda okuduk, aynı diyemesek bile çok benzer dertlere düştük, yine çok benzer yollardan geçtik… Şu başımıza bela edilmiş küresel salgın denen kötülük ortaya çıkınca, içtiğimiz suyun ayrı gitmeyişi şöyle dursun, en basit haberleşmemiz bile hemen hemen kesilmişti. Onca uzun sürmüş ayrılıktan sonra kolay kolay bitmeyen bir muhabbet oldu haliyle.

Bu arada, yanlış bir izlenim yaratmak istemem. Eylemi her zaman öyle olmasa da basbayağı komünist kafalı bir adamdır arkadaşım. Bizim Fatih’in Çarşamba günü burada anlattığı “beyaz yakalı” tipolojisi ile hiçbir benzerlik taşımaz.
Muhabbetin çoğu bende kalsın. Konumuzla ilgili olan küçük bir bölümünü aktaracağım sadece.

Arkadaşım da, benim gibi, emekliye ayrılalı çok olmuştu. Bak hocam, diye sözü aldı bir ara, cümle alemin en “parlak” deyip durduğu bir üniversiteyi bitirdik, sonra da emekli oluncaya kadar yaklaşık otuz yıl çalıştım, bilirsin. Üstelik, şu bizim memleketteki işgücü ordusunun en şanslılarından biri sayarım kendimi. Bir gün bile işsiz kalmadım. O kara sakallı üstadın deyimiyle, hiç yedek ordunun bir üyesi olmadım. Bunu çoğunlukla kamuda çalışmama bağlamak doğru olur sanırım. Bir de, demin de söylediğim gibi, şansım yaver gitti, diyelim. Otuz yıl boyunca sürekli tavandan emeklilik primi ödedim. Tavanı hep düşük tutarlar ya, çok daha yüksekten ödemiş olsaydım, güncel hayat standartlarımda kayda değer bir değişiklik olmazdı. Buna karşılık emekli aylığım daha çok olabilirdi. 

Devam ediyordu arkadaşım.

“Sözleşmeli personel” kategorisini hatırlarsın, en çok ve en son öyle çalıştığım için SSK emeklisi oldum. Emekli olduğumda bağlanan maaş, üç beş gün önce çalışırken aldığımın yedide biri miydi, geçmiş gün unuttum, altıda biri miydi neydi… Şimdi, Reis hazretleri önce yüzde yirmi beş deyip, ardından “Yeni imkânlar yarattık, otuza çıkardık!” diye müjdeyi verince, bir de baktım, asgari ücretin de altında kalmamış mıyız? 

İkimiz de istatistik okuduk az çok. Diyeceğim, sen onların istatistiklerini boş ver, gerçeği anlamak için kendi başına gelenlere bak.

Haklısın da, diye sözünü kestim, yok yoksul asgari ücretlilerin düzeyinin bile altında kaldığına yazıklanma. Sonuç olarak, onlar da yoksul sen de yoksulsun. Er geç buraya geleceğimizin farkındaydık zaten. Git gide büyüyen o ordunun içinde saymıyor muyduk kendimizi? Şimdi bir kez daha tescillenmiş olduk işte.

Doğru, dedi, doğru söylüyorsun. Ne desin başka!