Bir ilk olarak ortaya çıkana benzer ve git gide daha gelişkin ürünlere ihtiyaç duyan o mücadelenin içinde yer almanın, onları yaratma çabalarını çeşitli biçimlerde destekleyeceğini biliyor olmalıdır.

İlk olmanın ötesinde

Nedense bu olayı getirdi aklıma. Birkaç onyıl geçmiştir üstünden. Ali Sami Yen Stadı’nda, eskisinde ama, Mecidiyeköy’de olanında, İtalya’nın mı İngiltere’nin mi çok tanınmış bir futbol takımının aynı derecede ünlü bir oyuncusu, takımın da oyuncunun da adları aklımda kalmamış, doksan dakikanın sonunda şöyle demişti: “Orada sadece yirmi beş bin kişinin olduğuna kimse beni inandıramaz.” Oysa sayısal bilgi doğruydu, gerçeğin ta kendisiydi. Zaten o tribünlerin alabileceği seyirci sayısı belliydi,  hele uluslararası karşılaşmalarda geçerli kısıtlayıcı kurallar varken, daha çok olamazdı. Ama, bizim maç anlatıcılarının beylik deyişiyle, “kulakları sağır eden” bir gürültü ve gümbürtünün iki saate yakın bir süre boyunca hiç kesilmeden sürüşünü yaşayan ünlü futbolcu, çeşitli ülkelerde az çok benzerlerine tanıklık ediyor olsa da, verilerle ortaya konan gerçekliğe inançsızlık gösteriyordu.

Devrim Koçak’ın ilk romanını (Nergis Hanım Hakkında Bazı Şeyler, Everest Yayınları, Mart 2022) okuyunca, bir kez daha nedense diyeyim, bende böyle bir çağrışım oluştu: İlk olduğuna kimse beni inandıramaz. Kırk yıllık bir romancının kaleminden çıkmış sanki! Bu kadarı abartılı  görünebilir, biraz daha nesnelleştirmeye çalışarak düzeltelim, ilk olmanın genel kabul gören özelliklerinden çok uzak, diyelim.

Aslında, yazarı bir takma ad kullanmış olsa, benim de kitapçı raflarında gözüme ilişmiş olsaydı, alıp okur muydum, emin değilim. Nedeni, kitabın başlığıyla, daha doğrusu, oradaki “şey” sözcüğüyle ilgili.

Bu sözcüğün, ister yazarken ister konuşurken, sık sık kullanılmasına oldum olası takılmışımdır. Konuşurken ikide bir “şey” diyenleri, kimi zaman birikimli ve önemli sözler söyleyen insanlar olsalar bile, dinlemekte çok zorlanırım. Konuşurken bir ölçüde bağışlanabilir; ne de olsa, bir metnin yardımına başvurularak yapılmıyorsa, düzgün konuşmak herkeste bulunabilecek bir özellik değildir. Ama yazarken böyle bir özür geçerli sayılmaz  elbette, o zaman uzun boylu düşünüp taşınmak, geriye dönerek düzeltmek, yazı bittiğinde en başa dönüp yeniden okumak mümkün çünkü. Bu sözcüğün, anlatılmak istenenin ne olduğu belli bir açıklık  ve kesinlikle dile getirilmek istenmediğinde, bir kabul edilebilirliği vardır. Şimdi sözünü ettiğim romanın başlığında yer alışı için de böyle düşünebilir ve hoşgörüyle karşılayabiliriz belki. Ama bir tür maymuncuk olarak, her kapıyı açtığı sanılarak kullanıldığında iş değişiyor. Türkçe kesinlikle bu tür bir kolaycılığı, umarsızlığı haklı gösterecek kadar yoksul değildir.  

Bir eleştiri yazma niyetim yok; sadece bir değinme, bir öneri, ısrarlı bir okuma tavsiyesi. Eskiden olsaydı, çok eskiden, aşağı yukarı kırk beş yıl kadar önce, hoş bir örnekle de anlatabilirim, hiç yüz yüze gelip tanışma fırsatı bulamadığım Leyla Erbil’in  yeni çıkan kitabını “Hilesiz, hurdasız Marxist eleştiri sınavı vermekte olan Mesut Odman arkadaşa başarı dileklerimle” diye yazıp imzalayarak ulaştırdığı günlerde olsaydı, yazacaklarım bir edebiyat eleştirisine benzeyebilirdi.

Neler mi olurdu orada?

Anlatının bitişinden sonraki en son sayfada yazarın yazım sırasındaki yardımları için adlarını vererek teşekkür ettiği iki kişinin gerçek insanlar mı yoksa kurmaca mı olduklarının peşine düşerdim örneğin.

Sonra, sinemadaki kadar olmasa bile roman için de önem taşıdığına inandığım kurguya takılırdım biraz. Şöyle takılırdım: Çekimi tamamlanmış bir filmin kurgu işini tümüyle kendi eline almayan yönetmeniyle çalışan kurgucusu olsaydım, biraz da istatistik terimlerinden esinlenerek, bir istatistiksel çözümlemeye kalkışarak değil kuşkusuz, sadece esinlenerek ve elimizdeki ürünü bir dağılım eğrisine benzeterek, istatistikteki çarpıklık terimi yerine de yatıklık diyerek, kurgunun fazlaca sağa yatık olduğunu söylerdim. Sağ dediğim olay örgüsünün sonları, kâğıt üstünde eğriyi çizdiğimizde solda kalan başlangıca göre eksenin sağ ucu. Bunu biraz düzeltmenin, yatıklıktan kurtarmanın daha iyi olacağı yolunda bir öneride bulunurdum. Sinema örneğini bırakıp elimizdeki somut roman metni üzerinde konuşmayı sürdürürsek, Nergis Hanım’ın mektubunun metin içinde ve sona doğru aşırı uzun, toplam metnin yaklaşık yarısına yakın bir yer tuttuğu için böyle bir sağa yatıklık yarattığını belirtirdim. Bunu gidermek için de iki yoldan birini seçme önerisini eklerdim: İlki, bu bölümü kısaltmak, ya da ikincisi, oradaki anlatının güzelliğine kıymamak için,  italikle dizilmiş o bölümden sonra olay örgüsüne eklemeler yaparak toplam metni biraz daha uzatmak. Elbette, bunların yönetmen/yazar tarafından sinir bozucu çok bilmişlikler olarak görülüp işten kovulma tehlikesini göze almadan yapılamayacağını eklemeye bile gerek yok.  

Öte yandan, çevremdeki romanı okumuş kişilere başvurup doğruluğunu sınadığım bir özellik olarak, böyle bir eleştiri yöneltmekle birlikte başarılı bulduğum kurgunun yanı sıra, anlatımın da belirgin bir sürükleyicilik etkisi yarattığına değinirdim. O etkiyi bölük pörçük örneklerle göstermek mümkün olmasa bile  hoş, sevimli, derin ve benzeri sıfatları çağrıştıran anlatıma ilişkin bazı alıntılar yapardım:

“Yağmur usta bir zanaatkâr gibi usulca işini yapıyordu. Ağaçların en erişilmez dalından toprağın en kuytu oyuntusuna kadar işlemişti. Hep birlikte, ağaçlar, sokaklar, apartman önü küçük bahçeler ve ben, ışıltılı bir ıslaklık içindeydik.”

“Tepeye ulaştığımda o kadar yorulmuştum ki ilk gördüğüm banka kendimi attım. Şehir karşımda, yıkanmış, kirli beyaz bir kefene sarılmış, gömülmeyi bekleyen bir cenaze gibi yatıyordu.”

“Düzlükler, karanlığa gömülü, içinde bir damlacık hayat olmayan ölü denizlere dönüşerek arkamızda kalmıştı. Karadeniz’le aramızdaki engeli, dağları aşmaya çalışıyorduk.”

“İlk kez bir ölü gördüğünde dehşete kapılırsın. Eğer ölü sevdiğin birine aitse yaşadığın dehşete acı eşlik eder. Hiç tanımadığın biriyse karşındaki, şaşkınlıktır bu kez dehşete eşlik eden. Cansız bedenin aldığı biçime şaşarsın. Hiçliğin, kanlı canlı bir bedeni ele geçirerek soktuğu hal ağzını açık bırakır. Gördüğün ölü sayısı arttıkça, her şeye olduğu gibi buna da alışırsın. Mide bulandırıcı alışma becerisi insanın.”

“Evlilik romantik ilişkilerin coğrafyasında bir plato galiba. İki insanın hep aynı rakımda kalmaya, aynı iklime tabi olmaya söz verdiği, imza attığı bir hal. Bütün mevsimlere hep birlikte girmek gerekiyor. Olmazsa olmaz duraklarıyla sürüp giden bir uzun yolculuk aynı zamanda, bir durak kaçırıldığında yolculuğun neşesinden bir şeyler eksilteceği telaşıyla yolcularını yoran.”

Emekli ilkokul öğretmeni Nergis Hanım’ın günlüğünden yaptığım bu son alıntının hiç evlenmemiş genç bir insanın kaleminden çıktığına inanmak kolay mıdır?

Bir de, bazı kahramanların yaşları ve kişilikleri ile kullandıkları sözcükler arasında bağ kurar, bu söz falancanın ağzına yakışmamış, derdim belki, ya da bunun örnekleri çok değil, deyip değinmekten vazgeçerdim. 

Ancak, bütün bunlar, iyi bir eleştiri yazısı ortaya çıkmasını sağlar mıydı, bilmem. Belki de bu tür “bilmem”lerin yarattığı belirsizlikler yüzünden, Leyla Hanım’ın sözünü ettiği sınavda çakmış olduğumu düşünmüşümdür sık sık.

Yine de şu kadarını yazabileceğimi, yazmamın bir hadsizlik olarak görülmeyeceğini sanıyorum: Yazar da bizim soyumuzdandır; yapabileceklerimiz, katkıda bulunabileceklerimiz, hatta yardım alarak hayatımıza anlam katabileceklerimiz arasında en değerlisinin örgütlü toplumsal mücadele olduğunu bilenlerin, benimseyenlerin soyundan… Öyleyse, şimdi bir ilk olarak ortaya çıkana benzer ve git gide daha gelişkin ürünlere ihtiyaç duyan o mücadelenin içinde yer almanın, onları yaratma çabalarını engellemek bir yana, çeşitli biçimlerde destekleyeceğini biliyor olmalıdır. Bu bilgi yeterli düzeyde bir üretkenlikle birleşirse, sorun yok demektir.