Tecridi kırmak istiyorsan “Türk anneleri”ni de yardıma çağıracaksın demek ki, tereddüt etmeyeceksin, kekelemeyeceksin. “Türkiyeli”nin içinde “Türkler” de var evet!

Ey Türk annesi, titre ve utan!

“Bugün Kürt sorununun barışçıl yollarla çözülmesi ve Öcalan’ın rolünü oynayabilmesi için Kürt annelerine ve politik tutsaklara Türkiyeli anneler, inanç cemaatleri ve Türkiye toplumu da destek vermelidir.” Yeni Yaşam gazetesinde 27 Aralık 2023’te yayımlanan Cahit Kırkazak imzalı “Tecrit sadece Kürtlerin mi gündemi olmalı?” başlıklı yazıdan aldım bu cümleyi. “Öcalan’a uygulanan tecrit Nelson Mandela’ya ve Antonio Gramsici’ye uygulanan tecridin koşullarını kat be kat aşmış durumda”dır, yazıdan anlıyoruz. Bu durumda Kürt annelerine ilave olarak Türkiyeli anneler, inanç cemaatleri ve Türkiye toplumu destek için harekete geçmelidir. Tecridin kırılabilmesi için “birilerinin” desteğine ihtiyaç var diyor yazar, biliyoruz, hep olur. 

Yalnız destek çağrısının dilinde bir tuhaflık ya da tutarsızlık var. 60 yıldır bu ülkede yaşıyorum, Kürt annelerinin dışında kalan “Türkiyeli anneler”in kim olduğunu bilmiyorum. “İnanç cemaatleri” ve “Türkiye toplumu” hakkında da açık bir görüşe sahip değilim. Belli ki burada bir “jargon” kullanılıyor, dili bozuktur ve argodur, demek istiyorum. Yoksa desteğe çağrılan “birilerinin” kim olduğunu neden anlamamış olalım? 

Şöyle açayım; “Kürt anneleri”nin karşılığı olsa olsa “Türk anneleri” olabilir. “Türkiyeli anneler”, etnisiteden azadeyse eğer, ona Kürtlerin de dahil edilmesi gerekir zira. Bu durumda “Türkiyeli anneler” deyip geçebilir, ayrıca bir “Kürt anneleri” ibaresine gerek duymayız. Ya da yazar “Türk anne” demekten imtina ediyordur, “Türkiyeli anne” bir kaçınma yoludur. Neden, şimdilik bilmiyoruz.  

Peki yazıda sözü edilen “inanç cemaatleri” kim ola? İlki Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar olabilir. Öyle ise kapsayıcı bir ibaredir, yerindedir. İkincisi, Müslümanlar içindeki bölmeler olabilir. Sünnileri, Şiileri, Alevileri görev çağırıyordur yazar, mantıklıdır. Ya da daha güncel haliyle tarikatlardan söz ediyordur, bu da olabilir. Neden “Türkiyeli inanç cemaatleri” demiyor peki? “Kürt inanç cemaatleri” de olabilir, boş küme değildir. Örneğin Şeyh Sait’i ve tarikatını dahil edebiliriz, içini doldurabiliriz. 

Peki bu “Türkiyeli”nin içinde Türk de var mı? Bir sorudur. Ancak soru adı geçen yazarın ve yazısının ötesindedir. 

***

Ötesi ise kitaba dönüşmüş haldedir. “Türkiyeliliği” konu edinen bölümün başlığı “Antimilliyetçilik Adı Altında Yapılan ‘Ultramilliyetçilik’, ‘Dağ Türkleri Kürtler’ ya da Anadolulu Bireyler” başlığı ile açılıyor. Değerli kardeşim Taylan Kara yazıyor ve her yazdığını göndermeyi ihmal etmiyor. Buradan gecikmiş bir teşekkür yolluyorum. Kitabı “Edebiyatla Ahmaklaştırma Felsefeyle Çökertme” başlığını taşıyor. Dediği şudur; Almanyalı Alman, Fransalı Fransız, Japonyalı Japon olabilmekte ama bu dilde Türkiyeli Türk olamamaktadır. Gerçekten de Türkiye’de milyonlarca insan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğu halde etnik olarak Türk değildir. Bu bakış açısına göre etnik olarak Türk olmayanlara Türkiyeli demek gerekir. Bu mantık kendi içinde tutarlıdır. Fakat bu durumda bir soru daha ortaya çıkar. Türkiye’deki herkes etnik olarak Türk olmadığı için Türkiyeli oluyorsa bu durum Almanya, Fransa, Japonya ya da İngiltere için geçerli olmaz mı? Dünyada farklı etnik gruplardan oluşan tek ülke Türkiye midir?

Daha iyisi var; Türkiyeli Kürt Kürt olabiliyor da Türkiyeli Türk neden Türk olamıyor?

Bunun edebi karşılığı “Türkçe edebiyat”tır. Türkçe edebiyat, Türk edebiyatı dememek için uydurulmuş bir sözcüktür. Şöyle devam ediyor; “Rus edebiyatı, İngiliz edebiyatı, Alman edebiyatı derken sıra Türk edebiyatına gelince ‘Türkçe edebiyat’ ifadesini kullanmak ve ısrarla ‘Türk edebiyatı’nın üzerinden atlamak, Türkçe yazan Kürtlere ya da Türkiye’deki diğer halklara saygı göstermek değildir. ‘Türk edebiyatı’ demenin ‘Türk milliyetçiliği’ olduğunu düşünüyorsanız Rus edebiyatı, Alman edebiyatı, İngiliz edebiyatı demek de sırasıyla Rus milliyetçiliği, Alman milliyetçiliği ve İngiliz milliyetçiliği yapmak anlamına gelir. Milliyetçiliğe karşıysanız bütün milliyetçiliklere karşı olmalısınız.” Bir tutarlılık çağrısıdır, Taylan Kara’dan aktardım. 

E bu durumda “Kürt edebiyatı” da mümkün değildir. “Kürtçe edebiyat”, tutarlılık için kaçınılmazdır. Hepsinin etnik aidiyetlerini silebiliriz ve edebiyatı diliyle sınıflandırabiliriz. Ama sadece birini diliyle, diğerlerini etnik aidiyetiyle sınıflandıramayız. Tutarsızlık ortaya çıkar, demek istiyorum. Hem kendine ait bir dili ve kendine özgü bir edebiyatı olan her halk bir halktır. Alman’sa Alman, Japon’sa Japon, Kürt’se Kürt, Türk’se Türk’tür. Adını yerli yerince koymakta bir sakınca yoktur. 

***

Tabii “Türk”te fazladan bir egemen ulus olma sorunu var, ihmal edemeyiz. Kürtler, o ulusun egemenliği altında yaşamak zorunda kalanlar arasındadır, zordur. Egemeni sorgulamakta ise asla bir sakınca yoktur. Türkiye’de sorgulamak yasaktı, 1988’de Toplumsal Kurtuluş ile yıkmaya kalkıştık. Kürt-Kürt halkı sözcüklerinin üzerindeki ambargonun kalkmasında katkımız var. Bir halkı, dilini, kültürünü yok saymak kabul edilemez bir suçtur. “Ezilen halklar” “programımızın” önemli parçalarındandır.   

Ancak taa Fransız Devriminden beri “uluslaşma” dediğimiz bir süreç var. Bazı halklar bu yola erken girdi, bazısı geç kaldı. Geç kalanların önünde din dediğimiz bir engel vardı. Ümmet veya cemaat olmayı aşamayanlar yola geç girdi. Geç girenler erken girenlerin arkasında kaldı. Tarihtir, içinden geçiyoruz. 

“Türkler” de bu tür bir uluslaşma sürecinin getirilerinden biridir. 19. yüzyılın ikinci yarısında belirdi, 20. yüzyılın başında ete kemiğe büründü. Tabii Türkler de coğrafyasındaki pek çok ulus gibi bir imparatorluk bakiyesiydi. İmparatorluk yıkılırken toz duman içinde kaldı, eline yüzünü kan bulaştı. “Sui generis” bir gelişme değildir. Uluslaşma sancılı ve yıkıcı bir süreçtir, alanı daraltır, bazılarını kapsar, bazılarını dışarıda bırakır. Kendisi de yol açtıkları da tartışmaya açıktır. 

Bakarız anlarız ama burada bir “sözleşmeye bağlı üstünlük” bulamayız. “Sınıflar-üstü, ideolojiler-üstü bir Türklük hâli” mümkün değildir. Yani Türkler, sadece Kürtleri ve Ermenileri ezmek için yeryüzüne fırlatılmış bir oluşum değildir. Onlar da diğer uluslar gibi sınıflara ayrılmıştır. Ulusa dahil olanların büyük çoğunluğu ezilenler arasındadır. Haliyle Türklerden “kendinin Türk olduğunu hissetmekten” utanmasını, “kendini çok Türk hissetme halini” sorgulamasını talep edemeyiz. “Tarih ve sınıflar üstü bir devlet Türkleri sözleşme ile vatandaşlığına aldı, olmayanları ezip duruyor” yollu bir fantezi kuramayız. Tarihi yapan sınıflar mücadelesidir. Ulus da o mücadelenin çıktılarından biridir. 

***

Bu tezin sahibi “Türklük Sözleşmesi’nin İmzalanışı (1915-1925)” adlı makalesinde diyor ki, “Türklük, Türk olanların ve Türklüğe asimile olmuşların/edilmişlerin ezici çoğunluğunda görülen belli düşünme, duygulanma, ilgilenme, bilgilenme, görme, duyma ve algılama halleridir. Bu haller 1910’lardan bugüne okul, aile, medya, cami, mahalle gibi aygıtlarda ve çevrelerde sürdürülen bir düşünsel ve duygusal eğitim sonucu oluştu. Bu ikili eğitim, 1910’larda imha ve tasfiye edilen Ermeniler (ve diğer gayrimüslimler) ve 1924’ten başlayarak imha ve inkâr edilen Kürtler hakkında hiçbir şey öğretmedi. Türklere önemli imtiyazlar ve beklentiler sunan Türklük Sözleşmesi, bu iki konuya girmeyi kesinlikle yasaklamıştı. Kişi, bu konular hakkında konuşmadığı, yazmadığı, siyaset yapmadığı sürece sözleşmenin potansiyel ve reel faydalarından yararlanabilecekti.” Nereye gitsek, ne yapsak kaçıp kurtulamayacağımız, sözleşme ile değişmez hale getirilmiş bir töhmettir bu. Şöyle devam ediyor; “… ister Marksist, ister İslamcı, ister liberal, ister Kemalist olsun, ortalama bir Türk aydını belli bir meseleye yaklaşırken bunu bir birey olarak evrenselci dünya görüşüyle (enternasyonalist, ümmetçi, kozmopolit veya aydınlanmacı) yaptığını varsayar, bundan şüphe duymaz. Nesnel bir noktadan baktığını düşünür. Türklüğünün düşüncelerini, duygularını ve benliğini ne kadar gölgelediğini, yoksullaştırdığını ve duyarsızlaştırdığını idrak edemez. Ama bir Ermeni veya Kürt’ün bir konuşmasını dinlediğinde ya da yazısını okuduğunda, o kişinin düşüncelerinin Ermeniliği veya Kürtlüğü tarafından şekillendiğini varsayar.” 

Peki ne yapacağız sözleşmenin ağırlığından kurtulmak için? Tek yol kalıyor geriye, birer Taner Akçam olmak. Taner Akçam, yakınlarda çıkardığı kitabında 1918-1923 süreci Kurtuluş-Bağımsızlık Savaşı süreci olarak değil “apartheid rejiminin” inşa süreci olarak okunmalı tezini ortaya atmıştı, malum. Türkiye bir soykırım veya apartheid cumhuriyetiydi, haliyle bütün bir cumhuriyet tarihi silinmeli, yeniden ele alınmalı, kirlerinden temizlenmeliydi. “Artık bu yüzyıllık Apartheid ile yüzleşmek ve Apartheid’a son demek zorundayız” diye bağlıyordu konuyu. Türkiye’den nefreti, yok etme önerisine dönüşüyordu.

“Türklük sözleşmesi” Türkiye’yi yok etmenin yetmeyeceğini, ayrıca Türklerin kendilerini imha etmesi gerektiğini söylüyor ki, yepyeni bir durumdur. 

***

“Türklük” ayrı, ancak cumhuriyet zaten yıkıldı, sövecek veya nefret edilecek bir şey kalmadı geride. Yerine Neo Osmanlıcı-İslamcı bir Tayyiban rejimi kuruldu. Ama bu karşı devrim devrime duyulan liberal-kimlikçi öfkeyi dindirmeye yetmiyor. Cesedi mezarından çıkarıp tokatlamak istiyorlar elbirliğiyle. Öfkeden gözünü kan bürümüş tipler, bütün tarihi baştan sona yanlış okumakta ısrar ediyor.

Laik cumhuriyet bu tarihin temiz yanıdır. Türk halkı da o devrimci cumhuriyetin, Türk devriminin getirisidir. Bütün halklar gibi olup bitenden sorumludur kuşkusuz ancak halklara suç isnat edemeyiz. Lafı dolandırmaya gerek yok, bütün devrim yapmış halklar gibi kendisi de devrimi de şanlıdır!

Tecridi kırmak istiyorsan “Türk anneleri”ni de yardıma çağıracaksın demek ki, tereddüt etmeyeceksin, kekelemeyeceksin. “Türkiyeli”nin içinde “Türkler” de var evet!